24 Kasım 2011 Perşembe

Peh, sana evren!


328 gün önce bu saatlerde bir yığın dileklerde bulunmuştum… Kendimce 2011’in çok uğurlu olacağına inanmıştım. 365 günü ardımızda bırakmamıza 37 gün kala ise dileklerimin hiç birinin gerçekleşmediğini fark ettim. Dilekler muhasebesi yaparken, dilek sonuç ilişkisinin başarısızlığını şu şekilde sıraladım:

  • Evrene dileklerini gönderirken net ifadeler kullanmamış olabilirim
  • Dilekler tutulurken alkol seviyemin bir hayli yüksek olduğundan beni ciddiye almamış olabilirler
  • Evrenin bana kastı var
  • Dileklerimin gerçekleşmesi için yeterince girişimci davranmamış olabilirim
  • Gezegenler bu sene oynadıkları futbol maçında golü bulmaktansa sürekli faul yaptılar, kırmızı kartı da ben gördüm
  • 11.11.11 sandığımız öneme sahip değilmiş
  • Mayalıların takvimi 21.12.2012’de bitiyor diye telaşa kapılıp gereğinden fazla dilekte bulunmuş olabilirim, ne de olsa yaşamak istediğim çok şey var daha…
  • Milenyuma girerken iletişim ağı çökecek demişlerdi, bi halt olmamıştı, 2011’e girerken de bi halt olmadı ama “overload” nedeniyle benim mesajlar ulaşmamış olabilir
  • Saat 00:00’da Twitter ve Facebook üzerinde yeni yılı kutlamayı tercih ettiğim için bana kızmış olabilir evren.

İşte bunlar ilk aklıma gelen sebepler…

Ama doğru, ama yanlış 2011 bana pek bi sevecen gelmedi. Aslında sadece pesimist yaklaşmasam bana kazandırdığı huzuru, hayatıma kattığı yeni insanları, eski dostlarımla yeniden bir araya gelişimi, bol kahkaha dolu anları, yıllarca öğrenmek istediğim saksafona sonunda başlamam gibi bir takım güzel yanlarını da görebilecem. Neyse ki optimist yaklaşıp herşey toz pembe görememe özelliğine sahibim.

“Sevgili Evren, buradan sana sesleniyorum. Herkesten önce, hemde tam 37 gün önce… sana hazırladığım dilek listesini lütfen artık işleme al. Bunca sene beni duyacan diye bekledim, bi türlü yükseltemedim sesimi sana, ama artık yeterli olduğunu düşünüyorum. 21.12.2012 tarihinden önce bi el at da elbirliğiyle şu dileklerim bi gerçek olsun. Yorulma, ‘overload’ olma, vaktin olsun, gezegenleri ayarlayabil diye sana epeyce zaman tanıyorum. Yok, hala haledemem diyorsan 2013’te seninle konuşmayacam, küsecem sana… bunu da bilesin hani! Anlayışın için şimdiden teşekkür eder, esenlikler dilerim. Not: Dilek listemi baş ucumda bulabilirsin. Bir dileyen alias Şebo”

Evrenle anlaşmamızı da yaptığımıza göre bana iyi geceler dileyip sizin dileklerinin bir an evvel gerçek olmasını dilemek kalır.

3 Kasım 2011 Perşembe

Dersleri bitmek bilmeyen bir hayattan nameler...


En son 19 yaşlarındayken böyle bir ders aldığımı sanmıştım, ancak yeniden ders alma zamanıymış. Uzun süredir ‘tanıdığım’ bir insan vardı. Aslında resmi olarak tanışmıyorduk, çevremdeki insanlardan tanıyordum ve arada sırada aynı ortama düşüyorduk.

Bulunduğum ortama adım atmasıyla ortamı terk edesim gelirdi. Sevmezdim, ukala bulurdum, öfleyip pöflemeye başlardım, hatta kendisine küfrettiğim de olmuştur. Hani tabiri caiz ise ‘g…ümle sallamazdım’. Sanki o pek farkındaydı da… ama işte öyleydi! Enerjisini sevmezdim, duvarlı olduğunu ve Cihangir’in ‘en’leri arasında yer aldığını düşünürdüm ki zaten bu konuda yanılmamışım da ;)

Özeleştiri yaptığımda aslında durumun farklı olduğunu anladım. O dönemde birlikte olduğu bir kız arkadaşı vardı ve bu sayede şehir/semt efsanesine dönüşmüştü. Belki de kıskançlık, belki de özlemdi bu hissiyatları tetikleyen.

Aradan seneler geçti, ben elimi ayağımı kestiğim Cihangir’e yeniden döndüm. Bu sefer resmi olarak tanıştım bu insanla. Hatta öyle ki her gün görüştüğüm bir insan haline geldi. Tanışmamdan kısa bir süre sonra günah çıkarıp geçmişte kendisine duyduğum nefretten ötürü özür diledim. Bol kahkaha, bol utanç dolu anlar, bol yüz kızarıklığı sonrasında sanırım kendisi de beni anladı.

En son 19 yaşında aldığımı sandığım bir dersle yüzleştirdi beni bu insan. Bir kez daha anladım; tanımadığım bir insana karşı oluşturduğum önyargının ne denli yanlış olduğunu!

Geçmişte hissettiklerimin aksine karşımda bulduğum insanı özetlersem; bugün hayatımdan yok olmasını istemediğim bir insan haline geldi. Sert gibi görünse de içinde bir yerlerde yumuşacık, dışarıdan göründüğü kadar playboy değil desem de inanmayın (fazlasıyla var;)). Güzel bir dost, iyi bir dinleyici, biraz ağabey, biraz kardeş, biraz deli, ama bi o kadar ayakları yere basan, bugün bir kez daha fark ettiğim üzere beni fazlasıyla sakinleştirebilen bir ses tonuna sahip, biraz korkak, biraz cesur, fazlasıyla duyarlı, etrafıyla ilgili bir insan işte.

Anlattığı hikayeleriyle beni her daim güldürebilen bu insan gülmediğinde pek bi içim buruluyor. Hep gülsün, hep mutlu olsun istediğim bir insan haline geldi. Kendisi farkında olmasa da, bu sefer de eksiden fırlayıp çok fazla artıya geçti. Hep de o artı tarafta kalmasını umuyorum.

Utançla ve bir nevi gururla söylüyorum; bu insanı pek bi sevdim ve bundan önceki düşüncelerimi bu kadar kolay yıkabildiği için kendisini tebrik ediyorum. Ha, yeri gelmişken söyleyeyim hiç kimseye bu kadar kolay kendisini sevdiğimi söylemiştim. Ama bu da günah çıkarmanın bir parçası olduğunu varsayalım.

Umarım sizin de hayatınızda önyargılarınızı bu denli hızlı ve kolay yıkabilecek insanlar olur. Hatta ‘önyargınız olmaması ümidiyle’ demek daha doğru olacak sanki…

“Bana verdiğin ders için bir kez daha teşekkür ederim, hep yanımda yakınımda olman dileğiyle…”

30 Eylül 2011 Cuma

Bu akşam size bir hikaye anlatacam…

Çakma üyesi olduğum mahallede çeşit çeşit insanlar var. Bazıları hayatın tadını çıkarıyor, bazıları hayatın tatsızlığının… Ortalık karardığında çirkinliklerin üstü kapatıldığında herkes eşit gibi duruyor. Kimin temiz pak kimin kir içinde olduğu gecenin karanlığında pek ayırt edilmiyor.

Etraftaki insanların içinde ise Eyüp ay parçası gibi parlıyor. Üstü başı tertemiz, teni güneşten kararmış, çalıştığım yerde ya da sosyalleştiğim yerde Eyüp hep karşıma çıkıyor. Elinde bazen bir baskül, bazen bir kutu sakız ya da satabileceği başka bir şey. O akşam para kazanması için eline ne verildiyse artık… Her gördüğünde yanıma gelir, ismimle hitap eder, hal hatır sorar, partilerin, eğlencenin nerelerde olduğunu anlatır. Gece hayatının nabzını Eyüp’ten sor anlatsın. Eyüp 13-14 yaşlarında genç delikanlı ve Beyoğlu müdavimlerinin çoğunun kankası.

Bir akşam Cihangir’den çıkıp Beyoğlu’na yürürken bize eşlik etti. Bana göre dünyanın en rahat terliği Birkenstock vardı ayağımda. “Abla bu terlikler ne kadar” diye sordu o akşam ve bende alkolünde etkisiyle terliklerin fiyatını söyleme hatasında bulundum. Eyüp’ün gözlerin yerinden fırladığını gördüm adeta. Bir terlik için bu kadar para harcayan kadının çok parası olması gerekiyor, zengin olması gerekiyor diye gözlerinin altındaki altyazıyı gördüm. Yetmedi söyledi de zaten! Eyüp öyle bir çocuk işte! Aklında ne varsa dilinde de o var.

Bu akşam biraz dertleşme fırsatı buldum Eyüp’le ve keşke duyduklarımı duymak zorunda kalmasaydım.
Eyüp Hasankeyf’te doğmuş ve ailesinden uzakta büyümüş.
2 sene önce İstanbul’a ailesinin yanına gelmiş.
Hasankeyf’te yaşarken turistlere yaşadığı Hasankeyf’i anlatarak para kazanmış.
Bugün ise Eyüp’ün günlük programı şu şekilde:
Sabah 6’da kalkıyor okula gidiyor
Saat 13:00 gibi okuldan çıkıp eve geliyor ve akşam 8 kadar uyuyor.
Kalkıp yemek yiyor, giyinip sokaklara çıkıyor.
İstiklal’de biraz dolaşıyor, ardından Cihangir, sonrasında Asmalımescit daha ilerleyen saatlerde Beyoğlu, sabaha karşı da Ortaköy-Kuruçeşme (“Abla Reina boşalıyor o saatlerde” diyor Eyüp).
Sabaha karşı 4 gibi eve gidiyor. 2 saat uyuyup okula gidiyor.
Pazar günlerini kendine ayırmış. Arkadaşlarıyla buluşup Lunapark’a gidiyorlarmış, ya da Yeşilköy’e denize girmeye.
Bir akşam ortalama 70 Lira kazanıyormuş (kazanmak mı, dilenmek mi bu da ayrı bi konu ya, neyse). Bazen 120-130 Lirayı buluyormuş.
Yarısını annesine veriyor, kalanını da kumbarasına atıyormuş.

Eyüp’ün en büyük hastalığı çekirdek çitlemek! Çok seviyormuş, bir gecede 2-3 paket yiyormuş.

İşte böyle hayatlar da var, onlarda bizler gibi nefes alıyor bu şehirde. Hayatı sorgulamak değil, ilahi adalete güvenmemek değil, ama Orhan baba der ya hani “isyanım yaradana” diye… işte bu akşamki şükredişim de yaradana…

Hepinize hep mutlu olduğunuz, hep sağlıklı olduğunuz günlere

4 Eylül 2011 Pazar

Bu kadar kolay işte aslında...


Az önce çalışma arkadaşım ile aramızda geçen diyalogla başlayacam.

Ben: işte bu kadar çabuk biter antrakt dediği şey (öğle arasındaydı da)
Erhan: olsun bugün mutlu geçti antrakt Şebnem Hanım
Ben: Hayırdır, naptın ki?
Erhan: Sevgilime evlilik teklif edecem, onun için tek taş aldım.
Ben: Hadi ya, aferin sana, inşallah kabul eder ve yüzük güzel şeylere vesile olur
Erhan: Zaten evlenmeye karar vermiştik, konuşuyorduk aramızda, ama teklif olmadan da olmaz yani.
Ben: Helal olsun Erhan, hadi bakalım hayırlı olsun tekrar

Sonra heyecanla yüzüğün kutusunu açtı ve gösterdi. Narin ve çok şık bir yüzük almış. Kendi bütçesini aşmayacak, sevgilisini mutlu edecek, adeti yerine getirecek cinsten.

Bazı insanlar için evlenmek ya da evlenme teklif etmek bu kadar kolayken, bizim çevremizdeki erkekler için bi o kadar zor aslında. Erhan’da ego yok, iyi niyet var; para yok, huzur var; yüksek eğitim yok, hayatı anlama var; isyan yok, şükretmek var. Daha nice sayabilirim. Kendi çevremdeki insanlara baktığımda ise maalesef ne aramıyorsan var. Tabanı bol, tavanı uçsuz budaksız egolar mevcut. Tabii ki bazı insanları tenzih ederek zırvalıyorum.

Ama aslında bu kadar kolay değil mi herşey. Yani sen onu istiyorsun, o seni istiyor, birlikte olmak istiyorsunuz. Bunu illa imzaladığın bir evrak sayesinde mi başarır insan? Elbette hayır. Öyle insanlar var ki; nikah masasına oturmamış, ama birlikte yaşayarak yaşlanmayı seçmiş ve çok da iyi beceriyorlar. Herkesin kendi tercihi tabii ki. Kendi adıma birlikte yaşayabilirim, ama dünyaya bir çocuk getirmeyi planlıyorsak (ki bunun için saatin tik-tak’ları kulağımı tırmalıyor şu sıralar) evlenmeyi tercih ederim. Ayda en az 2 kere boşanmayı düşünen bir çiftin kızı olarak mutlu bir ailede büyüdüğümü söylerim hep. Bizimkilerin sadece dilindedir boşanmak, belki de kendilerini böyle tazeliyor, ilişkilerini bu şekilde diri tutuyorlar, kim bilir.

Belki de çok fazla hikaye dinlemek, çok fazla okuyup öğrenmek, çok şeye şahit olmak bazı sihirleri bozuyordur. Aslında basit olan şeyleri biz mi zor görüyoruz, biz mi zorlaştırıyoruz bilemedim. Ama bu kadar da oyuna, bu kadar maskeye, bu kadar egoya gerek olmadığını düşünüyorum.

Neyse ki bu konular böyle kolayca yazmakla bitmiyor, biz kızlara da konuşacak bolca konu çıkıyor. 

Erhan'ı bir kez daha tebrik eder, ömür boyu sağlıklı, huzur ve mutlu olmasını dilerim =))

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Aşk dediğin tarz meselesiymiş meğer...


Az önce birileriyle konuşurken öğrendim ki aşkın bir tarzı olmalıymış. Yani önüne gelene aşık olmayacakmışsın. Hep aynı tarz insanlara beğeniyle bakacakmışsın. Eh benim tarzım yok o halde. Beni en etkileyen gözler ve gülüştür, ama aşık olmamı sağlayan da sadece ufacık bir ‘an’dır aslında. Güzel bakan, gözlerinin içi gülen, hayata mutlu bakan,  gözleri neşeyle parıldayan, bir kahkaha ile dünyayı sarsabilen cinsten olanlar. Bunlar bi de o ‘an’la birleşirse değmeyin aşkın keyfine...

‘Hayatta bir duruşun olduğu gibi aşkta da bir duruşun olmalı’ diye bir cümle duyunca, açıkçası kala kaldım. Elbette önüne gelene aşık olmuyor insan, ama kendi adıma aşık olduğum kişiyi seçebildiğimi de pek söyleyemem.  Bu yüzdendir ki uzun süredir aşka dair söylenen belirtilerin nasıl yaşandığını unutmam. Tam aşık oldum dediğim anda bi de bakıyorum ki o belirtilerden eser yok! Meğer aşık olmamışım deyip sıradakini beklemeye başlıyorum.

İnsan her gün, her hafta, her ay aşık olmaz ki dediğinizi duyar gibiyim. Evet, olmaz elbette! O ‘an’lar çok nadirdir, o ‘an’lar ender bulunur! Bulunduğunda da değeri bilinmeli! Ancak yaşadığımız çevrede bu değeri bilen var, bilmeyen var! Ve sanırım bilmeyenlerin sayısı oldukça yüksek! Neyse konu bu değil!

Sanırım insan ‘biraz’ da kafasında, yalnızlığında, yatağında yarattığı kişiye aşık oluyor. Gerçeğinde ise hayalini kurduklarını bulamayınca sükut-u hayal nüksediyor. Hayal kurmadan da yaşanmaz ki kardeşim! Hayallerdir beni mutlu eden, hayallerin gerçek olmasıdır beni uçuran.

Uzun lafın kısası; bana göre aşkın tarzı yoktur! Olsa olsa aşık olma tarzı vardır!

Aşkın, hayalin, mutluluğun tavan yaptığı bol günler dilerim!

Yeri gelmişken söyleyeyim; uzun süren aşk itirafları usandırır! Ama bu da başka bir yazı konusu olsun ;)

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Ey İstanbulum ey....


Ey şehr-i İstanbul, seni çok sevdiğimi, senden uzak kalmak istemediğimi her fırsatta söylerim. Bugün birkaç günlüğünle senden uzaklaşırken içime düşen hüznü anlamlandırma çabalarım ise cevapsız kaldı!  Havalanan uçağın penceresinden gecenin karanlığı ile örtülen çirkin yanların yerini ateşböcekleri dansına bırakıyor adeta. Gitgide flulaşan siluetin bugün yüreğimi darladı. Altı üstü 4 günlüğüne senden uzaklaşmak bu sefer pençe gibi sıkıverdi boğazımı. Biliyorum sana yeniden kavuşacağım, seninle yeniden eski günlerimize geri döneceğiz, eski rutinler bizi mutlu edecek, sana söverken birlikte güleceğiz.

Belki bugünlerde bana yaşattığın güzel günler bu hüzne neden oluyordur, belki de ilk aşkımı kaybediyormuşum hissiyatı tetikliyor bu duygumu,  ya da sana olan aşkım kamçılıyor bu hüznü. Romeo ve Juliet , Kaptan Smith ve Pocahontas ve daha sayamayacağım nice büyük aşkları örnek verebilirim. Tüm aşkların hazin sonu vardır bir şekilde. Bu sonu seninle yaşamak istemiyorum. Bu sefer bu aşka sahip çıkacağım, bu sefer bu aşkı büyütüp yücelteceğim.

Zaman zaman senden kaçmak senden uzaklaşmak istiyorum, doğru! Ama her aşkta kavga, gürültü, pürüz vs. vardır. İşte benimki de onun gibi birşey sanırım. Bizim ilişkimizin tuzu biberi de bu tarifte bu ölçülerde oluyor.

Bana yaşattığın her olayın bizim ilişkimize bir katkısı olduğunu biliyorum. Yoluma çıkardığın her insanın bizim ilişkimize bir artı değer olarak geri döndüğünün farkındayım. Bu yüzden seni hergün biraz daha seviyorum.

Seninle tanıştığımız ilk günü hatırlamıyorum. Sanırım 6 aylık bebekmişim. Ama eminim ki o gün de bana özel birşeyler katmışsındır. Bugün, 36 sene sonra hala bana aynı davranıyorsun. Teşekkür ederim İstanbul. Orhan Veli’nin ‘İstanbul’u dinliyorum’ şiirinde olduğu gibi gözümü her kapadığımda önümde beliriyorsun, kulağımda çınlıyorsun., rüyalarımda seninle kucaklaşmayı pek bir seviyorum. İyi ki varsın İstanbul.

Elbet karşıma senden daha çok seveceğim, senden daha çok aşık olacağım biri çıkacak, sakın ihanete uğramış hissetme kendini, çünkü buna da sen neden olacaksın, çöpçatan İstanbulum!

Beni bu akşam bu garip hüzünle yolcu ettiğin için teşekkür ederim. Senin de beni sevdiğini biliyorum. Sana yeniden kavuşmayı bekleyeceğim.

24 Temmuz 2011 Pazar

Kızlar Meclisi...


Efenimmmm, bizim bir kızlar meclisimiz var. Haftada bir meclis toplanır Dionysos kutsanır; gündem oluşturan konular masaya yatırılır ve linç edilene kadar konuşulur; merak edilen, hoşlanılan, sevilen, sevilmeyen erkekler tartışılır; demiş ve koymuş sözcükleri tek vücut olup dedikodu oluşturana kadar irdelenir.  Meclis biraya gelmediği günlerde yaşananlar öncelikli konulardır.  Fikir alışverişleri havada uçuşur, öyle ki yan masalar muhabbetimize dayanamayıp kaçışmaya başlar. Durum komik, biz komik, kaçışanlar daha bi komik.

Masada konuşulan masada kalıyor! Arada bir masayı ziyaret eden erkek sinekler oluyor, vızıldayıp kaçıyorlar kısa süre sonra. En anlayışlısı, en mantıklısı, en zekisi dahi dayanamıyor meclise. Ancak ara sıra da olsa uğrayıp meclisin durumunu kontrol etmeyi de ihmal etmiyorlar. ‘Sözüm meclisten dışarı’ bizim için yeni bir anlam kazanıyor.

Tüm meclis üyelerinin özellikleri var:

1-    Mantıklı
2-    Femme Fatale
3-    Kurtarıcı
4-    Gözleri Aşka Gülen
5-    Özgür Kız
6-    Hoca Hanım

Hoca Hanım, Mantıklı’ya yalnızlığından yakınırken Gözleri Aşka Gülen mucizelere inanması gerektiğini belirtir. Kurtarıcı engellenen aşk hayatını masaya yatırırken Özgür Kız çözüm arar. Özgür Kız falanca kişiyle takılmak istediğini söyleyince Mantıklı ve Kurtarıcı kendisine çıkışır.

Böyle bir meclisiz işte! Biri diğerine, diğeri ötekine, öteki başkasına, başkası, birine saygı duyar, sever, sayar, söver. Arkadaşız, eğleniyoruz, eğlendiriyoruz...

Kutsal Dionysos adına bu meclisten giren çıkamaz bir daha ;)

28 Haziran 2011 Salı

“Süper”kadın’lıktan istifa ediyorum!!!


Maskelerin ardında yaşamaktan, güçlü olmaktan, her işe yetişirim edalarına bürünmekten, atla dendiğinde kaç metreden diye sormaktan, insanları pof poflamaktan, duygusal çöp kutusu olmaktan, hazır olda beklemekten, herkese iyi davranmaktan, kısaca süperkadın olmaktan ve süper olmaktan istifa ediyorum!!!

Şu sıralar hiç de güçlü olasım yok! Ayakları yere basan kadın modeline ise hiç giresim yok! Evet, duygusal bir dönemdeyim! Evet, kırılgan bir dönemdeyim! Evet, osuruktan nem kaptığım bir dönemdeyim! Dolayısıyla geçici bir süreliğine de olsa istifa ediyorum.

Mesleğim olan iletişimi dahi sevmiyorum şu sıralar! Mümkünse kimse arayıp sormasın istiyorum! Kendimle kalıp, kafamı dinlemek, müzik dinlemek, kitap okumak, yazı yazmak, saksafon çalmak, resim yapmak istiyorum! Çok şey mi istiyorum? Belki de öyle! İsteyenin bir yüzü vermeyenin iki yüzü demişler! Pis ikiyüzlü o halde :(

Havadan mı, yoksa gezegenler mi fazla fırıldak şu sıralar bilmiyorum ama, artık süperkadın olmaktan yorulduğumu biliyorum, hatta bitap düştüğümü biliyorum!

Bir güç beni omuzlarımdan tutup bir silkelese üzerimden tonla yük düşecek gibi hissediyorum. Keşke böyle bir şey mümkün olsa! Keşke biri omzumdaki apoletleri yerinden söküp alabilse!

Böyle bir modtayım işte! Ya sever ya söversiniz! Keyif sizin, saygıyı da ben verdim gitti!

20 Haziran 2011 Pazartesi

5’inden biri eksik olsaydı???

Hayatımızda varolan bazı şeylerin değerini bilmeyi, onların varlığı için şükretmeyi, onları doğru kullanmayı atlıyoruz. Örneğin duyularımız. Bugün Küçükçiftlik Parkının önünden geçerken sanki oraları siyaha boyanmış gibiydi. Sonisphere Festivali vardı ve katılımcılar bu sene Iron Maiden, Alice Cooper ve Slipknot dinlemeye gelmişlerdi. Metal müziğin rengi olan siyahı görmek ortalıktaki heyecana şahit olmak her ne kadar hoşuma gitse de, hayatını sadece siyah görerek geçiren insanlar takıldı aklıma. Bir ömür siyah dışında bir renk göremeyen; turuncu, pembe, yeşil, mavi vs. gibi renklerin ne olduklarını bilmeyen körler bir diğer deyişle görme engelliler.

Biz görebilenler her gün, her an ne kadar büyük bir nimete sahibiz. Görebildiğimiz, duyabildiğimiz, koku alabildiğimiz, tat alabildiğimiz ve dokunabildiğimiz için kaç kere şükrettik?

Gece gece bu konuyu nerden buldun diye sormayın. Bir video izledim (aşağıda bulabilirsiniz), aslında video kelimeleri değiştirmek üzerine, ancak konuyu bir görme engellisi ile anlatmışlar. Daha fazla detaya giremeyeyim, çünkü sonunda gözlerim doldu. Eh hal böyle olunca da insan düşünmeye başlıyor elbette. Görebiliyorum, duyabiliyorum, koku alabiliyorum, tat alabiliyorum ve dokunduğumda hissedebiliyorum hatta bir tık ötesi konuşabiliyorum. Tüm bunları için şükrediyorum bir kez daha!!!

Dokunduğumda hissedebiliyorum deyince ufak bir tebessüm etmeden de geçemiyorum. Kendi adıma içim rahat dokunduğumda gerçekten hissedebilenlerdenim, ama ya birine sadece dokunmak için dokunanlar? Yani anlık tatminler yaşayanlar? Acaba bir gün hissedebilecekler mi gerçekten? Neyse bunların konumuzla alakası yok zaten!
 
Umarım video hoşunuza gider…

Bende bugünün misyonunu gönül rahatlıyla yerine getirmiş sayılırım.

Duyularınız her daim açık olması dileğiyle…

8 Haziran 2011 Çarşamba

Başarılara yenilerini katamamanın başarısı

Geçtiğimiz günlerdeki yazımda bahsetmiştim Defne bana görevler veriyor diye. O haftanın görevi yerine getirildi tabii ki. 2 haftada toplam 6 kişi beğenip 36 senenin rekorunu kırdım.
Bana göre muhteşem bir başarı tablosu!

Değerlendirme konuşması ise şu şekilde geçti:
D: Hepsini alt alta yaz
Ş: Üffff tamam (isimler ya da kod adları dizilir) al bakalım
D: birinci piç yani eksi (isimlerin yanına eksi atar), ikinci piç eksi, üçüncü evli, dördüncüyü tanımıyoruz bile (sokaktan geçiyordu da ;), beşincinin sevgilisi var, altıncı evlenmek üzere. Kısaca 6-0 bir skorun var!
Ş: Fenerbahçe-Galatasaray maçı gibi oldu
D: konuyu saptırma
Ş: eh peki ortak özellikleri ne şimdi?
D: hepsi ulaşılmaz, niye hep aynı tiplere kaydığını sen çöz, bunu ben sana söyleyemem
Ş: hadi be ne biçim danışmansın
D: danışmanım psikolog değil! Ayrıca bunu sen kendin çözmesen anlamayacaksın
Ş: Andavalım yani ben!
D: Biraz
Ş: Sağol!!! Eh peki yeni görevim ne olacak?
D: Bu hafta yeni birini bulcan “tanımadığın” ve flört edeceksin!
Ş: O zaman önce flört etmeyi öğretmen lazım, bu konudaki başarısızlığım ortada!
D: İstediğin zaman çok güzel flört ediyorsun (gereksiz isimler hatırlatarak devam ediyor)
Ş: Öfff bu iş b…oka sarıyor gibi hissediyorum
D: Hayır başaracaksın biliyorum
Ş: Hadi bakalım

Bu muhabbet biraz daha uzadı tabii ki, ama daha fazla detaya girmeye gerek yok. Tanımadığım biriyle flört etmek için önce tanımadığım birini bulmam gerekiyor sanırım, bunun için ise yeni mekanlara, semtlere, lokasyonlara vs. gitmek gerekiyor. Görev bilinicim tam olduğunu daha önce de belirtmiştim. Eh bunu da olduğunca yerine getirmeye çalışıyorum. Ama ara ara hala o favori 6’lının ortak özelliklerini keşfedip en sevdiğim danışmancağızıma bildiriyorum. Sanırım kendisi ufak bir korku yaşıyor, yine geri düşerim diye, çünkü okkalı bir küfür yiyip oturuyorum aşağıya!

Henüz yeni görevimi başarıyla noktalayamadım. Biraz daha uzun sürecek sanırım, ama kurdele alacak kadar bir başarı sağlamışım… ;)

Eğlencemiz doludizgin devam ediyor, benden haber bekleyin. Hatta kendi başarı hikayelerinizi yaratıp, paylaşın…

3 Haziran 2011 Cuma

Toy Story 3'ün kafası ayrı bi kafa...

Geçenlerde Toy Story 3’ü izledim, uzunca bir süredir izlenmeyi bekleyen filmleri bitirme çalışmasına dahildi.  Film animasyon olması itibariyle her ne kadar başarılı olsa da, bittiğinde bir hüzün sardı beni. Kendimi acaba gerçekten de oyuncaklarımızın canlı olmasa da iç dünyaları var mı diye düşünürken buldum. Sonrasında da acaba bugüne kadar attığım, verdiğim, sakladığım oyuncaklarım bana kırgın ya da kızgın mıdır. Yoksa ‘Revenge of my toys’ yaşadığıma korkmalı mıyım?

Bildiğiniz içim buruldu. Gecenin bir yarısı yatağımın altına tıktığım ayılarımı çıkarıp onları severken, onlarla konuşurken buldum kendimi. Arkadaşlarımın bana sövmeye başladığını duyar gibiyim: ‘Şebo, tam bir ruh hastasısın’ diyorlar sanki. Oyuncaklarımı hala seviyor olmam ruh hastalığı belirtisiyse evet hastayım, bana acil bir doktor tavsiyesinde bulunun.

Annemin bana hep söylediği bir cümle var. ‘Sen hiç büyümeyeceksin, hep çocuk gibi davranıyorsun’ der. Bunun özellikle de oyun oynamaya yeltendiğim zamanlarda söyler. Tam oturmuşum PS3’ün başına kurmuşum oyunu ve ses sistemini, misler gibi oynayacakken annemin ağızından bu sözler işte. Ve sanırım söylediğinde haklı da. Benim bir oyun dünyam var; böyle stres atıyorum, böyle eğleniyorum, böyle olmasından da keyif alıyorum.  

Ama Toy Story’i izledikten sonra (ki diğer 2sini seyrettiğimde hiç böyle şeyler düşünmemiştim) garip bir kafaya girdim. Ya ben evde yokken onlar canlanıyorsa, ya benim onlarla oynamadığım için söyleniyorlarsa. Neyse ki o kafadan hızlıca çıkabildim. Aksi takdirde gerçekten bir doktora görünmem gerekirdi.

Ama peki ya oynamadığım, köşeye ittiğim oyuncaklarımın bazı şeyleri yaşamama neden oluyorsa?!?!?!?

Aman etten püften işler bunlar, en iyisi bi kadeh birşeyler içip kafa dağıtayım biraz ;)

Paylaşmış olmak için paylaştığım bu yazıma da vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Tadından yenmeyen yaz aşkları...

Bir ağaç gölgesi düşünün, güneş yaprakların arasından göz kırpıyor. Minderlerin üzerinde rahat bir pozisyon bulmaya çalışıyorsunuz. Sırtınıza vuran ılık rüzgar, annelerin bebek sırtlarını pışpışlar gibi. Kulağınıza deniz kabuğu dayamış gibi denizin sahile vuran sesi geliyor.  Üzerinize uyku tozu serpilmiş adeta; mışıl bir uykuya dalıyorsunuz.

Uyandığınızda hem enerjiniz yenilenmiş, hem de yorgun olursunuz. Gözleriniz bi türlü açılmak bilmezken, araladığınız gözlerinizle birini görürsünüz. Adonis edasıyla denizden çıkarken sizi sizden alır.  HOŞGELDİN YAZ AŞKI!!!

Ancak sancılı olan bir süreç de başlamaz değil. Nasıl tanışacam, nerden bulacam yeniden, ne desem, neylesem vs. gibi bin soru işareti de belirir aynı zamanda. Olsun yaz aşkı söz konusu olunca akan sular durur, denizler ayrılır, güneşler tutulur.

Havanın ‘mis’liğinden olsa gerek bir anda ‘miş’ gibi davranmayı bırakıp buy’muş’ diyebiliyoruz. Olamayacağını, tutmayacağını, biteceğini bilsek de o’ymuş, bu’ymuş deyip kendimizi kaptırıyoruz.

Kapılalım da, çünkü yaz aşkı tadından yenmez! Yaz aşkı enerji verir, keyif verir, yazın tadını tuzunu belirler, kışa hazırlık demektir.

Nedense geçmişte daha rahat yaşadığımız bu yaz aşkları, bugünlerde zorlaşıyor. Çıtaların yüksekliği aşılmaz geliyor, mantık ket vuruyor, kalbin kodesten çıkamaz oluyor. Eskiden yaz aşkları taahhütsüz yaşanırdı. Karşı tarafa vaatler verip gereksiz sancılar çekilmezdi, ne de olsa iki tarafta bunun geçici bir süreç olduğunu bilirdi.

Yaşlar ilerleyince ‘no commitment’ kavramı yeni anlamlar kazanır oldu. Her ne kadar etrafımdaki birçok insan ‘taahhütsüzlüğü’ bir yaşam felsefesi haline getirse de körle yatan her zaman şaşı kalkmıyor işte!  Bu noktada söz ettiklerim elbette ‘one night stand’ler, ‘booty call’lar ya da ‘casual sex’ler değil.

Neyse zaten bu yazının amacı taahhütler vs. değil! Gelelim yeniden tadından yenmeyen yaz aşklarına.

Hepimizin geçmişinde eminim ki güzel yaz aşkı hikayeleri vardır. Bazıları senelerce sürer. Her yaz başında yine aklına düşer, her yazın sonunda onu göremeyecek olmanın hüznü başlar.

Yaz aşkları keyifin ötesinde unutulmazlar! İyi ki o heyecanları yaşatırlar ;))

Benim İstanbul’a yerleşme arzumu tetikleyen de bir yaz aşkıydı. İyi ki onunla tanışmışım, iyi ki aşkımız yazın sürmüş, iyi ki de arzularımın tetikçisi olmuş. Bu kararımdan ötürü hiç pişman olmadım. Yaz aşkım bitti ama İstanbul’a olan aşkım bitmedi... bitmesin de hiç!

Bugünümüz yaz aşklarına ithaf olsun...

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Aşkın tadı çocukluk aşkımda kaldı...

Ne güzeldi, ne heyecanlıydı, ne renkliydi çocukluk aşkı! Ufacık bir sözcüğü, mini minnacık bir dokunuşu, kaçamak bir bakışı dünyalara bedeldi. Onu görmek, ona dokunmak, onunla konuşmak için neler yapardık! Hele elinden tuttuğunda kalbin boğazında küt küt atardı, dizlerinin bağı çözülür ayakta durmak dahi güç olurdu, kelebekler karnında taklalar atardı. Teneffüslerde koşa koşa onun yanına giderdin, kuytu köşelerde öpsün diye beklerdin, birlikte hayaller kurardın. Sana hediye ettiği küçücük bir şey bile çok değerli olurdu.

Neden, niçin diye ayırt etmeksizin aşık olurdun, saç, baş, boy, kilo, renk, statü vs. gibi kavramlara takılmaksızın aşık olurdun. Masum aşklardı işte bunlar!

Bu güzel hatıraları silmeye asla kıyamıyorum, çünkü masumiyetimi hatırlatır, çünkü o heyecanları yine yeniden yaşatır, çünkü bugün yaşananlarla asla aynı tadı vermiyor.

“Kahrolası çöpçüler, aşkımı süpürmüşler” kıvamına geldim. O günlerin izlerinden eser kalmamış artık. Sadece hatıralarımda yaşayabiliyorum arık masum aşkları. Her yaşla, her kişiyle, her ayrılıkla “aşk” yara aldı. Dizlerimin bağı güçlendi, kalbim yerini öğrendi, kelebekler takla atarken çakıldılar boyunları kırıldı. Hüzünlü gelse de sanırım büyümek böyle bir şey işte!

İçimdeki çocuk hala o heyecanların bir yerlerde yaşandığına inanmak istese de, masum aşklarla asla aynı tadı vermeyeceğini öğrendim.

Size göre aşkın kokusu var mı? 

Bana göre aşkın kokusu pamuk şekeri gibi kokar! Çocukça mı? Evet, belki de öyle, belki de çok fazla masum aşklarda takılı kaldım! Ama o kokuyu çok özlemişim!!!

Peki ya aşkın tadı?

Hani şu ağzında patlayan şekerler vardır ya, bana göre tadı öyle olmalı! Dilinde zıp zıp zıplayan parçacıklar yerini çileksi bir sakıza bırakır. İşte aşkın tadı!!!

Bu gece geçmişte kalan, pamuk şekeri kokusuyla, çileksi tadıyla masum aşklara ithaf olsun.


20 Mayıs 2011 Cuma

Enerjisi düşük günlerden biri

Sabah kalkarsın ve enerjin yerlerde sürünür, yatağın çekim gücü olağanüstü yüksek, sıcacık yastıktan kafan bi türlü kopmak istemez, mümkünse yorganı burnuna kadar çekip günü es geçmek istersin.

Böyle günler yaşanır hem de sakız gibi de uzayıp giden bir kıvamda olurlar.  Genelde toplumsal pesimist günlerde enerjimi yükseltmeye çalışırım, ancak maalesef ardı kesilmeyen olumsuz haberler, insanların yüzünün asık olması, doğru gidecekken eğrileşen olaylar bir türlü bitmek bilmez. Dolayısıyla bir an gelir, bende ruh emen enerji düşüklüğüne yenilip giderim.

Zaten bu aralar pek de iyi sayılmayan ruh halim, açığı bulmuşken dalıverir içeri ve içimdeki pozitifliği kemirmeye başlar.

Bu sabah uyandığımda her ne kadar günün enerjisi düşük olduğunu hissetsem de yenik düşmeme karar aldım. ‘Yıkılmadım ayaktayım’ kıvamında takılmayı sürdürecem.

Bu konuda sevgili dostum Defne’nin bana koyduğu hedefler de etkisiz sayılmaz. Hedef ne mi? Her hafta en az bir kişiyi beğeneceksin! Bu noktada ufak ta olsa bir açıklama; biraz zor beğenirim, sanırım çıtam pek bi yüksek’miş’. Neyse ki bu haftaya 2 kişiyi sığdırabilmiş olmanın neşesi doldu dizgin devam etmekte. Mahcup düşmemekle birlikte gözlerimin yeniden görmeye başladığını farketmiş olmanın dayanılmaz hafifliğindeyim.

Beğendiklerime Defne’nin yorumu ise şu şekilde: Neyse ki etrafında dolanan '!@%^+’&' adamların arasında seni %20 daha az üzecek birini bulmuşsun. Benim tepkim ise: ‘Yaşasın iyileşmeye başladım’ kısaca bir başarı öyküsünü izlemeye başladınız ;))

İzlemekle kalmayıp katılmayı deneyin. Çok eğlenceli olmasının yanısıra ruh kemiren bu günlere ilaç gibi geliyor.

Eh hadi artık reçeteyi verdik, bundan sonrası sizin elinizde. Son bir öneri; kendinize iyi bir danışman bulun; ne de olsa bir yorum isteriz, değil mi kızlar?

Enerjinizin anbean yükseleceği günlere...

Bir de size güzel bir şarkı ekledim =))

6 Mayıs 2011 Cuma

ismini siz koyun!

Bazı günler vardır ya hani hiç yaşanmasa daha iyi olur. İşte öyle günler boğuyor bu sıralar!!!

Herşey, herkes üst üste geliyor.  Nefes almak acı verir,  prangalar kaçışınızı engeller, boynunuzdaki ip ise dönme dolapta dolanır hissiyatı verir.  Varlığınızı sorgular, hayatı sevmez hale gelir, gelecekteki ışık yok olur, ümitler yüzmeyi öğrenir ve daha nice olumsuzluklar sıralanabilir.

‘Kop ta gel’ diyenler bol olur, ama asıl ihtiyacınız olan düşünceler kütüphanenizin yeniden düzenlenmesidir. Bazı kitapların okunmuş sayılıp rafa kaldırılması, bazıların ise heyecanla sayfaları çevrilmesidir ve belki de yeniden okunmasıdır.

Bu sabah kitap raflarıma baktım. Orada 100’lerce kitap duruyor. Hepsiyle çok keyifli veya heyecanlı dakikalar geçirdim. Bazıları beni çok güldürdü, bazıları ise fena hüzünlendirdi. Ama hepsi teker teker çok özel oldu. Ev değiştirirken yerinden kalkmayan nice kitap kolilerini kendim taşıdım, sadece onların başına bir şey gelmesin diye.

Bu sabah ve hayatımda ilk kez hepsini sokağa atmak istedim.  Onları ilk defa bir yük gibi gördüm. Sanki onlardan ayrılmam gerekiyormuş, çünkü onlar prangaların bir parçasıymış gibi hissettim.

Kitap benim hayatımda hep çok heyecan verici bir varlık olmuştur. Kitapçığa girip te 100.000’lerce kitabın kokusunu içime çekmek, taze kesilmiş çim kokusunun verdiği hazzı verir. Sanırım bir kitapçığa girip te kitap almadan çıktığım çok enderdir. Yurtdışındaki o şaheser kitapçılara gıptayla bakarım. Bütün bir haftayı dışarı çıkmaksızın bu kitapçılarda yaşayabilirim gibi hissediyorum.

Yani kitap hayatımda bu kadar önemliyken, onlardan kurtulmak istemek de neyin nesi? Evden çıktığımda böyle bir şey düşündüğüm için bile kendimi suçlu hissettim. Onlara ihanet etmiş gibi, ayıp şeyler düşünürken yakalanmış gibi kızardım, içimdeki çocuk parmağını kaldırıp beni azarladı!

Ama elimde değil öyle bir histi ve hala daha devam ediyor L

Arınma zamanı geldi sanırım yine ve yeniden... Bunun bedeli çok sevdiğim yoldaşlarımdan ayrılmak olsa dahi! Eğer bunun sonucunda hafifleyeceksem, bu bedeli ödemeliyim! Biraz inzivaya çekilip, beynimdeki puzzle’ın parçalarını yeniden organize etmek gerek. Güzel resimleri yeniden işlemek, yeniden küstüğüm o boya fırçasını ele alıp tablolara renk vermek gerek. Ruhumu yansıtan güzel resimlerim benim, çok özlemişim onları!!!


Anlaşılan kütüphanem hafiflerken, tablolarım ağırlaşacak....

17 Nisan 2011 Pazar

On & Off'lu yas tutmaca


Artık sanırım alıştım, her sene 1-2 kere birilerini hayatımdan çıkarıp yasını tutmasam çatlarım. Yanlış anlaşılmasın, kimse ölmüyor aslında! Sadece ben yitiriyorum ve yasını tutuyorum. Herkes iyi olmaya devam ediyor!

Yine ve yeniden yas vakti geldi. O veya şu sebepten dolayı birisini yitirdim yine. Yakın çevremdeki insanlar bilir. İçimde “on” ve “off” düğmesi vardır. “On” konumundayken bendeki değişiklik gözle görülür fark edilir. Doğal olarak “off” konumu da kendini zıt kutuplarda belli eder.

“on” konumu belirtiler:
  • hep neşeli
  • hep bakımlı
  • hep eğlenceli
  • hep dışarıda
  • hep konuşkan
  • hep ilgili
  • bol müzik, bol eller havaya tribi, bol gülmece
  • bol Yüksek Sadakat-Haydi gel içelim
  • kısaca “optimist” takılmaca

“off” konumu belirtiler:
  • daimi suskun
  • daimi hüzünlü
  • daimi bakımsız
  • daimi eve kapalı
  • daimi soru işaretleri
  • daimi ilgi ihtiyacı
  • bol şarap, bol resim yapma, bol ağlaklık
  • bol Nev-Zor
  • kısaca “Weltschmerz” sendromu yüksek

Bir de arada kalan bir modum vardır. İpini koparmış köpek gibi ortalarda dolanırım, nedeni ise belirsizdir. Ben bile kendimi bu moda geçtiğimde tanımakta, anlamakta zorlanırım. “Çevredekilere verdiğimiz geçici rahatsızlıktan dolayı özür dileriz” modeli oluveriyorum.

Sen ne dayanılmazmışsın demeyin. Tüm bu saydığım özelliklerimin yanı sıra bolca olumlu yanlarım da var. Onları keşfetmek size düşer ;)

Neyse gelgelelim “on”dan “off”a geçme konusuna, yani yas tutma sürecine. Bu aralar öyle gereken bir sürece girdim. Yani birilerini gömüp üzerine bol toprak atıp, yoluma devam etme zamanı. Evet, çok keskin ve kesin yargılardayım, ancak böyle olmasam varlığımı yitiririm. Nefes alamaz olurum. Bu da kendimi koruma mekanizmam diyelim.

“Off” konumu her zaman kötü anlama gelmez. Bazen de kendim için doğru olan, iyi olan budur.

İyi olduğunu düşündüğümden “off”a geçiyorum! Rahatsız etmeyin!

“On”a geçmeye hazır olduğumda bir e-ferman ile ilan ederim ne de olsa…

14 Nisan 2011 Perşembe

Ruh Emiciler öptü beni



Zaman zaman etrafımdaki özel seçilmiş insanlardan söz etmişimdir. Bizler seçilmiş ruhlarız dediğimi hatırlar gibiyim.

Bugün Harry Potter’daki Ruh Emiciler beni öpüp de içimdeki tüm güzellikleri, iyilikleri beraberinde alıp götürmüş gibi hissettim. Bir taraftan ruhum orgazmik hareketler içerisindeyken, diğer taraftan kendimi telkin etme çalışıyorum. Herşey güzel olacak, yine eski günler geri dönecek. Harry Potter
Expecto Patronum büyüsünü kullanırdı, ben ise sevgi ile savmaya çalıştım.

Halen ruhum bi nahoş, halen bi buruk, halen bi ekşimsi tadı var... ama iyi olacak! Sadece biraz inzivaya çekilmeye ihtiyacı var, biraz dinlenmeye... vakitle eski haline dönecektir. Neticede seçilmiş ruhlarız! Ruh Emicilerin boyunduruğu altına kolay kolay girmeyiz. Onlara ahkam kesmem, ama teslim de olmam. Benim de Expecto Patronum’um var!

Ruh Emiciler hayatımın her evresinde oldular, olmayı da sürdürecekler. Tüm fedakârlığım, iyi niyetim, dostane tavrım, sevgi pötürcüğülüğüm, paylaşımcılığım karşısında etkisiz ve tepkisiz kalabilenler grubu varlığını sürdürecek. Onlarla yücelmeye devam edecem, onlar beslenmeye devam edecek!

Seçilmiş ruh olmayı sürdüren herkese...

11 Ocak 2011 Salı

“Thinking of you” yeterli oluyor bazen


Bugün tesadüfen bir düşünme/telepati kurma tekniği öğrendim. Daha doğrusu hepimizin bildiği, ama belki de çoğumuzun farkında olmadığı bir teknik. Bir örnekle anlatacam.

Sokakta yürürüz bazen ve yanımızdan geçen birini sevdiğimiz ama epeydir görmediğimiz birine benzetiriz. Ancak o olmadığını fark edip yolumuza devam ederiz. Bazılarımız o kişiyi düşünmeye devam eder bir süre, bazılarımız sadece kişi anmakla yetinir. Üzerinden uzun bir süre geçmeden gördüğümüzü sandığımız bu kişiden haber alırız. Ya gerçekten karşılaşırız, ya da ansızın bir telefon geliverir.

İşte bu aslında bir teknikmiş. O kişiyle telepatik bağ kurarmışız aslında o an.

Belki teknik olarak farkında değiliz, belki de bazılarımız bilerek uyguluyor bu tekniği. Son dönemlerde birini düşünürken başıma geldi. İlkin farkında olmaksızın bağ kurup yanıma getirebildim. Sonraları ise bilinçli olarak uyguladım ve gerçekten çalışıyor olduğunu gördüm. Her çalıştığında evrene teşekkürümü de bir borç bildim. Bir kez daha teşekkür ederim.

Giriş-çıkış serbest!

Hayatımıza bir sürü insan girer ve çıkar. Evrenin bu insanları hayatımıza bilinçli olarak gönderdiğini ve çıkardığına inanıyorum. Kendi adıma bu böyle! Hayatıma giren insanların hayatlarında mutlaka çözmem veya dinlemem gereken bir problem vb. oluyor. Hep derim ya ben dert küpüyüm diye! Ansızın insanlar bana dertlerini anlatmaya başlarlar, tanımadıklarım bile! Yılbaşına yakın bir zamanda bu yine başıma geldi. Ben artık şaşırmıyorum. İyi bir dinleyiciyim, iyi bir yönlendirici olduğumu pek söyleyemesem de! Sanırım psikolog olsaydım epey başarılı olurdum, bu şekilde amme hizmeti veriyorum ;). Şikayet etmiyorum, asla! Sadece saptıyorum! Eskiden gidenlerin arkasından çok üzülürdüm, artık üzülmemeyi çıkanların bir nedenin olduğunu öğrendim. Hayatımda yer alması gerekenler zaten kalıcı oluyorlar.

Yeni tanıştığım birisinin hayatımda ne gibi bir yeri olacağını anlayabiliyorum çoğunlukla (bazen ters köşeye yattığım da oluyor tabii). Biraz da benim/onun izin verdiğiyle gelişiyor olaylar elbette. Ama karşımdaki insanın iyi bir ruha sahip olup olmadığını sezebiliyorum. Bana iyi gelmeyecek ruhlarla bir arada durmamaya çalışıyorum. Diğerleri yaşanması gerektiği için yaşanıyor zaten.

Geçenlerde bir tanıdığım bana şöyle dedi: “Ne kadar güzel bir Auran olduğunun farkında mısın? İçeri girdiğin anda inanılmaz bir ışık saçıyorsun.” Evet, ben farkındayım ama farkında olması gerekenler değil maalesef ;), ama teşekkür ederim, son dönemlerde duyduğum en güzel şeylerden biriydi.

Bizler güzel ruhlarız, seçilmiş ruhlarız belki de!


5 Ocak 2011 Çarşamba

15. Gün – New York’ta son gün

Sabah kalkıp bavullarımızı hazırlıyoruz. Bavulları emanete verip sokaklara atıyoruz kendimizi. Magnolia Bakery’e uğrayıp Pudding’imizi alıyoruz. Muhteşem bir tad, harika orgazm yaşıyoruz Pudding’le ;)

Artık New York’tan ayrılma vakti geldi. Taksiye binip havalimanına gidiyorum. JFK’ye varıyorum. Tabii tahmin edeceğiniz üzere havalimanı ana baba günü. Bizim uçak ise full’un ötesinde dönüyor. Halbuki Pazartesi gününe özellikle almıştım, uçak nispeten boş olur diye düşünmüştüm. Ama nafile. Exit koltuklarında ortaya düşüyorum. Hayatımın en rahatsız 9 saatini geçiriyorum. Tam zamanında İstanbul’a varıyorum.

Çok özlemişim İstanbul’umu =))

14. Gün – New York



Bu sabah Kader ve Barış’la başbaşayayız. Anıl ve Ebru bugün dönüyorlar. Biz ise önce Kader’in bir arkadaşıyla buluşuyoruz. Onunla biraz vakit geçirip ardından kendimizi SoHo’ya atıyoruz. Broome Street’e epeyce vakit geçiriyoruz. Sonra China Town’a geçiyoruz. Oradan markasını yazmayacağım çakma gümüş takılar almak istiyoruz. Önce aradıklarımızı bulamıyoruz, her sorduğumuz bizi kuytu bir köşeye çeken biri çeketini açıyor ve yüzlerce kolye, bilezik gösteriyor. Ancak kaliteleri çok kötü olduğundan almıyoruz. Sonunda bir dükkan buluyoruz. Önce çekimser olan satıcılar, alacağımız miktarı duyunca bize cevherleri gösteriyorlar. Seçerken bi anda kaybolun kaybolun emri geliyor. Satıcı bizi aldığı gibi arka odalara sokuyor. Hani Amerikan filmlerinden bildiğimiz sahneler var ya, oda içinden oda açılır. Beklemediğiniz duvar kapı olur. Aynı sahneleri yaşıyoruz. Kader’le birlikte koyuluyoruz pazarlık yapmaya. 15 dolar dediği fiyatı sonunda 8’e bırakmaya razı geliyoruz. Sonra ön tarafın müsait olduğunu öğreniyoruz ve yeniden dışarı çıkıyoruz.



Akşam için Kader’in başka bir arkadaşıyla buluşmaya gidiyoruz, ancak buluşma noktasına vardığımızda hepimiz çok acıkmıştık. Kader ve arkadaşı Time Square’deki Mariott Marquis’in The View ismindeki döner dolap barına çıkıyor. Bizler ise Barış’ın geldiğinden beri sayıkladığı Pizzacıya gidiyoruz. Gerçekten de sayıkladığı kadar varmış. Karnımız tok sırtımız pek olarak bizde katılıyoruz diğerlerine. Artık hepimizin uykusu gelmiş günün yorgunluğundan. Otele gidiyoruz, ama odaya vardığımızda Apple Store’a gitmeye karar veriyoruz. Gecenin saat 1’inde Apple Store’da buluyoruz kendimizi. Ufak bir alışveriş yapıp çıkıyoruz. Çıkarken bizimle birlikte asansöre binen sarhoş bir çift var. Asansörden inip otelin yolunu tuttuğumuzda bi andan çocuğu arkamda birşeyler yaparken buluyorum. Problem yaşamak istemiyorsan çekil arkamdan diyorum. O anda kız giriyor devreye, çok sarhoş arkadaşım kusura bakmayın deyip bizimle muhabete başlıyor. Nerden geldiniz, ne iş yaparsınız vs. Neyse öğreniyoruz ki ikisinin ilk date’ymiş, çok sarhoş olmuşlar. Falan işte!


Yollarımızı onlardan ayırıp otel yollundaki Duane Reade’e giriyoruz. Ufak bir alışveriş yapıp dönüyoruz otelimize.