28 Haziran 2011 Salı

“Süper”kadın’lıktan istifa ediyorum!!!


Maskelerin ardında yaşamaktan, güçlü olmaktan, her işe yetişirim edalarına bürünmekten, atla dendiğinde kaç metreden diye sormaktan, insanları pof poflamaktan, duygusal çöp kutusu olmaktan, hazır olda beklemekten, herkese iyi davranmaktan, kısaca süperkadın olmaktan ve süper olmaktan istifa ediyorum!!!

Şu sıralar hiç de güçlü olasım yok! Ayakları yere basan kadın modeline ise hiç giresim yok! Evet, duygusal bir dönemdeyim! Evet, kırılgan bir dönemdeyim! Evet, osuruktan nem kaptığım bir dönemdeyim! Dolayısıyla geçici bir süreliğine de olsa istifa ediyorum.

Mesleğim olan iletişimi dahi sevmiyorum şu sıralar! Mümkünse kimse arayıp sormasın istiyorum! Kendimle kalıp, kafamı dinlemek, müzik dinlemek, kitap okumak, yazı yazmak, saksafon çalmak, resim yapmak istiyorum! Çok şey mi istiyorum? Belki de öyle! İsteyenin bir yüzü vermeyenin iki yüzü demişler! Pis ikiyüzlü o halde :(

Havadan mı, yoksa gezegenler mi fazla fırıldak şu sıralar bilmiyorum ama, artık süperkadın olmaktan yorulduğumu biliyorum, hatta bitap düştüğümü biliyorum!

Bir güç beni omuzlarımdan tutup bir silkelese üzerimden tonla yük düşecek gibi hissediyorum. Keşke böyle bir şey mümkün olsa! Keşke biri omzumdaki apoletleri yerinden söküp alabilse!

Böyle bir modtayım işte! Ya sever ya söversiniz! Keyif sizin, saygıyı da ben verdim gitti!

20 Haziran 2011 Pazartesi

5’inden biri eksik olsaydı???

Hayatımızda varolan bazı şeylerin değerini bilmeyi, onların varlığı için şükretmeyi, onları doğru kullanmayı atlıyoruz. Örneğin duyularımız. Bugün Küçükçiftlik Parkının önünden geçerken sanki oraları siyaha boyanmış gibiydi. Sonisphere Festivali vardı ve katılımcılar bu sene Iron Maiden, Alice Cooper ve Slipknot dinlemeye gelmişlerdi. Metal müziğin rengi olan siyahı görmek ortalıktaki heyecana şahit olmak her ne kadar hoşuma gitse de, hayatını sadece siyah görerek geçiren insanlar takıldı aklıma. Bir ömür siyah dışında bir renk göremeyen; turuncu, pembe, yeşil, mavi vs. gibi renklerin ne olduklarını bilmeyen körler bir diğer deyişle görme engelliler.

Biz görebilenler her gün, her an ne kadar büyük bir nimete sahibiz. Görebildiğimiz, duyabildiğimiz, koku alabildiğimiz, tat alabildiğimiz ve dokunabildiğimiz için kaç kere şükrettik?

Gece gece bu konuyu nerden buldun diye sormayın. Bir video izledim (aşağıda bulabilirsiniz), aslında video kelimeleri değiştirmek üzerine, ancak konuyu bir görme engellisi ile anlatmışlar. Daha fazla detaya giremeyeyim, çünkü sonunda gözlerim doldu. Eh hal böyle olunca da insan düşünmeye başlıyor elbette. Görebiliyorum, duyabiliyorum, koku alabiliyorum, tat alabiliyorum ve dokunduğumda hissedebiliyorum hatta bir tık ötesi konuşabiliyorum. Tüm bunları için şükrediyorum bir kez daha!!!

Dokunduğumda hissedebiliyorum deyince ufak bir tebessüm etmeden de geçemiyorum. Kendi adıma içim rahat dokunduğumda gerçekten hissedebilenlerdenim, ama ya birine sadece dokunmak için dokunanlar? Yani anlık tatminler yaşayanlar? Acaba bir gün hissedebilecekler mi gerçekten? Neyse bunların konumuzla alakası yok zaten!
 
Umarım video hoşunuza gider…

Bende bugünün misyonunu gönül rahatlıyla yerine getirmiş sayılırım.

Duyularınız her daim açık olması dileğiyle…

8 Haziran 2011 Çarşamba

Başarılara yenilerini katamamanın başarısı

Geçtiğimiz günlerdeki yazımda bahsetmiştim Defne bana görevler veriyor diye. O haftanın görevi yerine getirildi tabii ki. 2 haftada toplam 6 kişi beğenip 36 senenin rekorunu kırdım.
Bana göre muhteşem bir başarı tablosu!

Değerlendirme konuşması ise şu şekilde geçti:
D: Hepsini alt alta yaz
Ş: Üffff tamam (isimler ya da kod adları dizilir) al bakalım
D: birinci piç yani eksi (isimlerin yanına eksi atar), ikinci piç eksi, üçüncü evli, dördüncüyü tanımıyoruz bile (sokaktan geçiyordu da ;), beşincinin sevgilisi var, altıncı evlenmek üzere. Kısaca 6-0 bir skorun var!
Ş: Fenerbahçe-Galatasaray maçı gibi oldu
D: konuyu saptırma
Ş: eh peki ortak özellikleri ne şimdi?
D: hepsi ulaşılmaz, niye hep aynı tiplere kaydığını sen çöz, bunu ben sana söyleyemem
Ş: hadi be ne biçim danışmansın
D: danışmanım psikolog değil! Ayrıca bunu sen kendin çözmesen anlamayacaksın
Ş: Andavalım yani ben!
D: Biraz
Ş: Sağol!!! Eh peki yeni görevim ne olacak?
D: Bu hafta yeni birini bulcan “tanımadığın” ve flört edeceksin!
Ş: O zaman önce flört etmeyi öğretmen lazım, bu konudaki başarısızlığım ortada!
D: İstediğin zaman çok güzel flört ediyorsun (gereksiz isimler hatırlatarak devam ediyor)
Ş: Öfff bu iş b…oka sarıyor gibi hissediyorum
D: Hayır başaracaksın biliyorum
Ş: Hadi bakalım

Bu muhabbet biraz daha uzadı tabii ki, ama daha fazla detaya girmeye gerek yok. Tanımadığım biriyle flört etmek için önce tanımadığım birini bulmam gerekiyor sanırım, bunun için ise yeni mekanlara, semtlere, lokasyonlara vs. gitmek gerekiyor. Görev bilinicim tam olduğunu daha önce de belirtmiştim. Eh bunu da olduğunca yerine getirmeye çalışıyorum. Ama ara ara hala o favori 6’lının ortak özelliklerini keşfedip en sevdiğim danışmancağızıma bildiriyorum. Sanırım kendisi ufak bir korku yaşıyor, yine geri düşerim diye, çünkü okkalı bir küfür yiyip oturuyorum aşağıya!

Henüz yeni görevimi başarıyla noktalayamadım. Biraz daha uzun sürecek sanırım, ama kurdele alacak kadar bir başarı sağlamışım… ;)

Eğlencemiz doludizgin devam ediyor, benden haber bekleyin. Hatta kendi başarı hikayelerinizi yaratıp, paylaşın…

3 Haziran 2011 Cuma

Toy Story 3'ün kafası ayrı bi kafa...

Geçenlerde Toy Story 3’ü izledim, uzunca bir süredir izlenmeyi bekleyen filmleri bitirme çalışmasına dahildi.  Film animasyon olması itibariyle her ne kadar başarılı olsa da, bittiğinde bir hüzün sardı beni. Kendimi acaba gerçekten de oyuncaklarımızın canlı olmasa da iç dünyaları var mı diye düşünürken buldum. Sonrasında da acaba bugüne kadar attığım, verdiğim, sakladığım oyuncaklarım bana kırgın ya da kızgın mıdır. Yoksa ‘Revenge of my toys’ yaşadığıma korkmalı mıyım?

Bildiğiniz içim buruldu. Gecenin bir yarısı yatağımın altına tıktığım ayılarımı çıkarıp onları severken, onlarla konuşurken buldum kendimi. Arkadaşlarımın bana sövmeye başladığını duyar gibiyim: ‘Şebo, tam bir ruh hastasısın’ diyorlar sanki. Oyuncaklarımı hala seviyor olmam ruh hastalığı belirtisiyse evet hastayım, bana acil bir doktor tavsiyesinde bulunun.

Annemin bana hep söylediği bir cümle var. ‘Sen hiç büyümeyeceksin, hep çocuk gibi davranıyorsun’ der. Bunun özellikle de oyun oynamaya yeltendiğim zamanlarda söyler. Tam oturmuşum PS3’ün başına kurmuşum oyunu ve ses sistemini, misler gibi oynayacakken annemin ağızından bu sözler işte. Ve sanırım söylediğinde haklı da. Benim bir oyun dünyam var; böyle stres atıyorum, böyle eğleniyorum, böyle olmasından da keyif alıyorum.  

Ama Toy Story’i izledikten sonra (ki diğer 2sini seyrettiğimde hiç böyle şeyler düşünmemiştim) garip bir kafaya girdim. Ya ben evde yokken onlar canlanıyorsa, ya benim onlarla oynamadığım için söyleniyorlarsa. Neyse ki o kafadan hızlıca çıkabildim. Aksi takdirde gerçekten bir doktora görünmem gerekirdi.

Ama peki ya oynamadığım, köşeye ittiğim oyuncaklarımın bazı şeyleri yaşamama neden oluyorsa?!?!?!?

Aman etten püften işler bunlar, en iyisi bi kadeh birşeyler içip kafa dağıtayım biraz ;)

Paylaşmış olmak için paylaştığım bu yazıma da vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.