22 Aralık 2010 Çarşamba

11. Gün – Washington DC



Bugün Şükran Günü ve Washington’da açık yer bulmak bir hayli zor. Anıl ve Ebru’nun burada yaşayan dostları Harun’un restoranı Ezme’ye gidiyoruz. Ama bugün onlar da sabahtan kapalılar. Tam karşısında Le Pain görüyoruz ve ilk defa Türk kahvaltısını andıran bir kahvaltı yapıyoruz.



Keyif yaparak çıkıyoruz ve Caddenin başında açık olan CVS drugstore’u görüyoruz. Sanırım 1-1,5 saat içeride zaman geçiyoruz. Ardından çıkıp yeniden Harun’un restoranına gidiyoruz. Ezme çok şirin ve modern bir restoran. Harun bizi alıyor ve Washington’u gezdiriyor. Klasik bir Beyaz Saray ziyareti ardıdan Lincoln Memorial ve Kore Savaş Anıtını ziyaret ediyoruz.



Capitol’ü de görüp Harun ve kardeşi Cengiz’in yeni açtıkları Bistro Cacao’ya gidiyoruz. Tahminimden çok daha şirin ve güzel bir restoran.



Muhteşem bir salata yiyoruz. Cacao’dan ayrılıp dinlenmek üzere otele gitmeye yola koyuluyoruz. Ancak maalesef ufak bir hata nedeniyle 1 saat boyunca doğru yolumuzu bulamıyoruz. Washington’da her döner kavşakta 2-3 tur atmadan yolumuzu bulamıyoruz.



Dolaşırken gözümüze takılan bu tabloyu çok seviyoruz.


Otelden yeniden çıktığımızda bulunduğumuz bölgeyi dolaşmaya başlıyoruz. Nehir kenarında keyifli olduğu belli olan restoranlar var. Ancak Şükran Günü nedeniyle kapalılar. Yola koyulup Harun’un ilk restoranı olan Meze’ye gidiyoruz.


Şükran Günü menümüz: Ezme, Humus, Patlıcan Salatası, Rakı, Mantı, Köfte ve Künefe


Otele dönüp keyifli bir uykuya dalıyoruz.

17 Aralık 2010 Cuma

10. Gün – Atlantic City ve Washington DC


Sabah erken kalkıyorum. Ebru ve Anıl’ı uyandırmak istemediğimden duşumu aldıktan sonra Kumarhaneye iniyorum. Sabah olmasına rağmen oyun dünyası dolu dizgin devam ediyor.


Akşam gördüğümüz Hintli ve Amerikalı adamlar hala oynamaya devam ediyorlardı. Gözlerime inanamadım. Kahve eşliğinde makinelerde oynamaya koyuldum ve ufak da olsa bi miktar para kazanırken Roulette masasına geçtim. Tabii ki Anıl kadar şanslı değildim ve kazandığım parayı orada bırakarak odama çıktım.


Bu arada Anıl ve Ebru da uyanmışlardı. Hazırlanıp kahvaltı yapmaya indik.


Kahvaltının ardından Atlantik sahilinde dolanmaya başladık. Hava soğuk (Anıl’a göre değildi tabii) ama güneşli ve bizde çevrenin keyfini çıkarıyoruz. Dönüşte odamıza çıkıp bavullarımız alıp arabaya atıyoruz. Burayı bu kadar kısa geçemeyecem, çünkü Anıl akşam arabayı park ettiği yeri hatırlamadığından elimizde yaklaşık 35 kg’luk bavulla kat kat araba arıyoruz. ;)


Ardından check-out’umuzu yapıp gitmeden son 20 dolarımızı daha bırakıyoruz Kumarhanede.

Washington yoluna koyuluyoruz. Washington’a varırken Türkiye Büyükelçiliğinin önünden geçiyoruz. Türk olduğumuzu hatırlayıp Georgetown’daki Latham Hotel’ime varıyoruz. Otel eski ama şirin bir otel. Tek dezavantajı odaların bizim bavullar için yeterince büyük olmaması ;))




Akşam güzel bir İtalyan Pizzacısına gidip yemek yiyoruz. Donald Trump amcanın bize kazandırdığı paranın tadını çıkarıyoruz kısaca.


Biraz mağazaları ziyaret edip geceyi buluyoruz. Ertesi gün Şükran Günü!

16 Aralık 2010 Perşembe

9. Gün – Philladephia ve Atlantic City

Sabah kalkıp otelimizde klasik Amerikan kahvaltısı yapıyoruz. Yani kısaca Bagel, Waffle ve kahve. Bu konuda artık gerçekten içim kalktı desem yeridir. Nerde benim güzel kaşarım, beyaz peynirim, zeytinim ve yumurtam? Amerika’nın sanırım en kötü yönlerinden biri de yemekleri. Hep pizza, burger, hot dog, bagel ve waffle ile yaşanmaz ki!


Neyse kahvaltının ardından Philladelphia’da ilk gittiğimiz yer meşhur Rocky filmin bir sahnesinin çekildiği merdivenler oluyor. National Art Museum’un önündeki merdivenlerde Anıl ile Rocky sahnesini yeniden çekiyoruz. Ardından Rocky heykelinde biraz eğleniyoruz. Rocky eğlencemiz bittiğinde sokaklarında dolanmaya başlıyoruz.



Tabii ki Philladephia’ya gelip de kırık çanı görmemek olur mu? Aslında çok büyük bir çan olduğunu düşünüyordum ama yanılmışım. Özgürlük Çanı küçücük çıkıyor. Çatlağının tamir esnasında meydana geldiğini öğreniyoruz.



Yeniden sokaklarda dolanıp Hard Rock Cafe’yi buluyoruz. Tabii ki tişörtümü almadan edemiyorum. Akşamdan gözümüze kestirdiğimiz Brasilian Steakhouse’a gidiyoruz. Bu tarz bir restoranın denemesini İstanbul’da da yapmışlardı. Ama aslı çok başarılıymış meğer.


Masaya oturduğumuz gibi kızarmış muz, patates püresi ve polenta geliyor. İnanılmaz bir salata büfesi var ve tabii ki tadına doyulmaz etler. Konsept şöyle. Masanızda bir kartınız var. Bir tarafı yeşil diğeri kırmızı. Garsonlar çeşitli etleri masanıza getiriyorlar ve masada kesip size bir parça veriyorlar. Dilediğiniz kadar et yiyebiliyorsunuz. Doydum veya ara vermek istiyorum dediğinizde kartınızın kırmızı tarafını çeviriyorsunuz. Yiycem doymak bilmiyorum diyorsanız kartın yeşil yüzü kalıyor masada. Bir dananın aklınıza gelen her yerini denedik herhalde. Ama hepimizin ortak kararı dananın kıç kısmı oluyor. Lezzetli mi derseniz? Kelimelerle anlatılmaz diye cevap verebilirim.




Karnımız tok sırtımız pek olarak Atlantic City’nin yolunu tutuyoruz.



Atlantic City’ vardığımızda hava kararmış akşam çökmüştü, dolayısıyla otelimizden görünen Atlantik sadece kara bir bölge olarak seçiliyordu.



Trump Tower’da kalıyoruz. Ancak otel o kadar büyük ki, içinde kaybolmamak işten değil. Bu arada söylememe gerek var mı bilmiyorum, ama tüm sistem sizin kumar oynayıp maksimum para bırakmanız üzerine kurulmuş. Yaklaşık 20 yıl önce Las Vegas’a gitmiştim, orası burdan daha da fena durumdaydı, yani tuvalette bile oynama imkanınız vardı desem yeridir. Atlantic City biraz ihmal edilmiş biraz terk edilmiş bir bölge. Ama yine de paranın sesi dayanılır gibi değil.

Önce sokaklarda biraz dolaşıyoruz. Ardından otele gelip yemek yiyoruz. Ve işte kumar vakti geliyor.


Kumar salonuna çıkıyoruz. Hepimizin farklı tercihleri oluyor. Ebru ve makinelerde oynuyoruz. Keşfim: Oturduğunuz makine size önce kazandırıyor. Kazandığınız parayı bir fiş ile veriyor. O fişi hangi makineye taksanız kaybediyorsunuz. Ancak yeni bir makine başına geçip nakit para verdiğinizde yeniden kazandırıyor. Makinelerde oynadıklarınızdan para kazanma imkanı pek yok. Maksimum 50 USD kazanıyoruz. Ardından Anıl geliyor yanımıza ve bizi masalara götürüyor. Blackjack, Roulette, Poker vs. var. Pahalı ve ucuz masalar var. Anıl Roulette geçiyor, ben ise Texas Hold’em Pokeri sevdiğimden 20 dolarlık masaya geçiyorum. Hızlıca arkadaşlarla olduğu kadar kolay para kazanılamayacağını anlıyorum. Bende Anıl ve Ebru’nun yanına Roulette masasına gidiyorum. Anıl büyük riske girmeden para kazanılmaz diyerek elinde tüm parayı yatırıyor. Önce bir kaybediyor, ardından bir kez daha para yatırarak tüm parasını ve üstüne artı olarak para kazanıyor. Ebru’yla bize oynamamız için para veriyor. Bizde Ebru’yla biraz daha sağlamcı olduğumuzdan ufak ufak oynuyorz. Paramızın katladığımızda oraya mı buraya mı koysak derken tam masa kapanırken Anıl paranın tamamını tek yere yatırıyor. Kalbim duracak gibi oluyorum. Bakamıyoruz Ebru’yla. Neyse ki şanslıyız Anıl’ın tahmini doğru çıkıyor. Sevinerek ve masadan paramızı alarak ayrılıyoruz.


Bu arada bir gözlemimizden de bahsetmek istiyorum. Masamızda bir Hintli ve bir Amerikalı vardı. Bu beyler miktarını çözemediğimiz paralarla oynuyordu. Ama sanırım masadaki her sayı ve iddiaya para yatırıyorlardı. Önlerindeki para çoğaldığı kadar azalıyordu da. Ama işin sırrı da bu galiba. Kazandıkça iddiaların sayısını arttırıyorsun.


Anıl yatmaya Ebru ve bende makinelerin başına geçiyoruz. Ebru’nun makinesi bir anda artı saymaya başlıyor. Bende oyunuma dalmış farkında değilim. Ancak ses kesilmek bilmeyince Ebru noluyor hala mı kazanıyor diye sorduğumda beklemeye başlıyoruz. Sanırım makine 5 dakika boyunca para kazanmaya devam etti. Sonunda Ebru parasına 2ye katlamıştı. Ama tabii makinalar ufak paralar kazandırıyor. Ben ise akşamın en eğlenceli masasını bulup oynamaya başlıyorum. Sex and the City konseptli makina çok eğlenceli ve para da kazandırıyor. Kaybetmemek için başından kalkmak zorunda kalıyorum.


Artık iyice uykumuz geliyor ve Ebru’yla bende yatmaya gidiyoruz.

15 Aralık 2010 Çarşamba

8. Gün – New Hope ve Philadephia



Sabah yine erken kalkıp Buck County’i dolaşıyoruz. Biraz daha güzel havanın ve çevrenin keyfini çıkarıyoruz. Frenchtown’da bulduğumuz muhteşem bir fırın var. İçeri girdiğinizde kokuya teslim oluyorsunuz adeta. Oradan aldığımız kahve ve muffin ile ekmeğin tadı hala damağımızda.

Öğleden sonra Philadelphia’ya yola koyuluyoruz. Akşamüstü vardığımız Philadelphia’da ilk gördüğüm köprüsü oluyor. Muhteşem bir köprü var. Comfort Inn otelimize giriş yapıp bavulları odaya bırakıyoruz. Artık karnımız iyice acıktığından akşam yemeği için sokaklarda dolanıyoruz. Pazar akşamı olduğundan maalesef çok istediğimiz gibi bir restoran bulamıyoruz. Epeyce uzun bir süre sokaklarda dolanıyoruz. Ama sanırım biraz da Philadelphia’yı görmek istediğimizden hiç birimiz sesini bur durum karşısında çıkarmıyor.



Neyse ki fındık fıstık adı verilen sokaklardan birinde bir restoran bulup ilk Philly Steak’imizi yiyoruz. Gerçekten de lezzetli :)


Yol yorgunluğumuz atmak üzere otelimize geri dönüyoruz.

14 Aralık 2010 Salı

7. Gün - New Hope



Sabah erken kalkıp Dünyanın en güzel köylerinden biri seçilen New Hope’a geçiyoruz. Vardığımızda buraya görmemi neden istediklerini çok iyi anlıyorum. Anıl ve Ebru’nun bahsettiği kadar güzel ve şirin bir köy. Tek bir caddede ibaret ama evleri ve atmosferi muhteşem. Bucks County adı verilen bölgede bir sürü küçük köy yanyana dizilmiş. Ortalarında ise Delaware nehri geçiyor ve 2 Eyaleti ayırıyor. Köprünün bir tarafı New Jersey diğeri ise Pennsylvania. Tüm gün köyleri dolaşıyoruz.




Beğendiğimiz yerlerde arabayı park edip biraz dolaşıyoruz, derken akşam oluyor. Daha önceden rezervasyonunu yaptığımız The Mansion Inn’in kapısına geliyoruz ve maalesef kapalı olduğunu farkediyoruz. Kapısına tadilat nedeniyle kapalı olduğunu yazışlar. Hemen yanındaki The Logan Inn’e gidip yer olup olmadığını soruyoruz. Neyse ki oda var ve ödemeye hazır olduğumuzdan daha ucuza oda buluyoruz. Orada Mansion Inn’de geçen hafta mutfakta yangın çıktığını öğ reniyoruz.




Geçe biraz sokaklarda dolaşıp bir restoranda yemek yiyoruz. Burada ilk Pastrami’mi yiyorum ve inanılmaz lezzetli olduğunu söylemeliyim. Çıkıyoruz ve biraz dinlenmek üzere otele geçiyoruz. Saat 8:30 için sözleşiyoruz. Anıl uyuduğundan Ebru’yla daha önce gözümüze kestirdiğimiz bara gidiyoruz. John & Peter’s adlı bar Amerika’da sigara içildiğini gördüğüm tek bar. Muhabbet ederken canlı müzik başlıyor. Rainbow Fresh adında bir grup sahne alıyor. Ve grup tahminimizden daha başarılı çıkıyor. Ebru’yla keyifle grubu izleyip otelimize dönüyoruz.


13 Aralık 2010 Pazartesi

NYC'de 6. Gün



Ilk defa bu sabah biraz uykumu aldım. Geç kalkıp odamı toplamaya başladım. Bavulum ne kadar ağır olmuş, inanamıyorum. Bavulumu otelime teslim edip kendimi 5. Caddeye atıyorum. Cumartesi olması nedeniyle çok kalabalık cadde. Büyük mağazaların vitrinleri Noel süslemeleri ile insanların yoğun ilgisini topluyor. İnanamadım, ama insanlar vitrinleri görmek için sıra bekliyor. Gerçi her vitrin bir sanat eseri olduğundan anlaşılır bir durum. Şehrin genelinde yoğun bir Noel hazırlığı zaten farkediliyordu.


5. Caddeden çıkıp Park ve Madison Avenue’lar dolaşmaya koyuluyorum. Bana göre göre 5. Caddeden çok daha başarılı olan bu Caddelerde keyif yapa yapa yürüyorum. Havanın güneşli olması keyfime keyif katıyor. Yorulduğumu hissettiğimde kendimi Central Park’a atıyorum. Biraz dinlenip, biraz da Hayvanat Bahçesini dolaşacam. Central Park’ın girişine geldiğimde sokak dansçılarını görüyorum. Yoğun kalabalıkta oturacak bir yer bulup izlemeye koyuluyorum.

Dansçıları izlerken yeniden güç topluyorum. Kalkıp Hayvanat Bahçesine gidiyorum. Zaten hemen de girişin ordaymış.




Hayvanat Bahçeleri bana hep huzur vermiştir. Bir gözüm yaşlı, bir gözüm güleç olarak dolaşırım hep bu tarz yerleri. Bir taraftan hayvanları yakından görmek çok keyif vericiyken, diğer yandan hayvanların parmaklıklar ardında tutuluyor olması hoş değil tabii. NYC Central Park Zoo yok küçük bir Hayvanat Bahçesi. Ancak çocuklu ailelerin yoğun olarak geldiği bir yer belli ki. En büyük atraksiyon haklı olarak Deniz Aslanları oluyor. Tam da yemek saatlerine denk geliyoruz. Onlar da yoğun ilginin tadını çıkarıyorlar. İnsanlara bir sürü show’lar yapıyorlar. Bir tanesi kaptığı balıklar dakikalarca oyun oynuyor.


Devam edip diğer hayvanları da dolaştırıyorum. Kutup ayıları da çok sevdiğim hayvanlar arasında yer alır. Biraz da kendime benzetirim ;)) Keyifle uyurken yakalıyoruz.


Bir sürü isimlerini hatırlayamadığım hayvan ziyaret ediyorum. Bu arada Anıl ve Ebru’un da New York’a indiklerini öğrenip seviniyorum.


Bugün New York’u terk edip Anıl ve Ebru’nun hazırladığı seyahat programına başlıyoruz.

Çok yorulmuş olmamdan dolayı otelimin yolunu tutuyorum. Otelin hemen yanında bir Bistro var. Buraya oturup bir kahve ve Creme Brulee yiyorum. Creme Brulee uzun zamandır yediğim en iyileri arasında yer alabilecek kadar iyi.

Otelime geçip bavulumu teslim alıyorum. Yarım saat sonra Anıl ve Ebru beni otelden alıyorlar.


Ebru ve Anıl’ın jetlag durumları ufaktan yüz göstermeye başlasa da buluşmuş olmanın ve Amerika’da olmanın mutluluğundayız. İstanbul’dayken kiraladığımız arabamıza binip Hoboken’ın yolunu tutuyoruz. Anıl bize seneler önce yaşadığı yerleri gösteriyor. Muhteşem bir Manhattan manzarası var Hoboken’ın. Burada Outback Steakhouse’a gidiyoruz. Gerçekten Anıl’ın önerdiği kadar lezzetli. Hele Blooming Onion diye bir başlangıçları var ki dillere destan. Çiçek açmış soğan! Acayip birşey!



Yemeğimizi yiyip biraz da restoranın bulunduğu alışveriş merkezinde dolandıktan sonra yola koyuluyoruz. Anıl’ın jetlagi artık zorlamaya başladığında bu gece kalacağımız Days Inn’e varıyoruz. Otele varıyoruz, ama otelimizin resepsiyonundaki Hintli abimiz bizi anlamakta biraz zorluk çekiyor. Neyse hepimiz odamıza yerleşiyoruz ve çok daha rahat olmasa da geceyi geçiyoruz.

12 Aralık 2010 Pazar

NYC'de 5. Gün



Sabah kızlarla sözleştiğimiz üzere Seaport’ta buluşuyoruz. Önce Bodies sergisini dolaşıyoruz. Bence her insanın kendini daha iyi tanıması için görülmesi gereken bir sergi, ancak güzel olmadığı kadar estetik de olmayan bir takım görüntüler var. Yani mideniz sağlam değilse girmeyin!

Sergi sonrasında Pier’de dolaşıyoruz. Biraz güzel havanın tadını çıkarıyoruz. Seaport’tan Wall Street’e hareket ediyoruz. Wall Street’i yani dünyanın para merkezlerinden birini görmeden dönmemeliyiz diye düşünüyoruz. Tabii ki beklediğimiz gibi ihtişamlı değil, ama etkileyici. Daracık bir sokak olmasına rağmen paranın kokusu var adeta bölgede.



Kızların yanından Statue of Liberty’i ziyaret etmek için ayrılıyorum. South Ferry’den bindiğim vapur maalesef yanlış istikamete giderek ziyaretimi engelliyor. Kendimi Staten Island’da buluyorum :( Aynı vapurlar gerisin geriye dönüyorum ve yol boyunca ulaşamadığım Özgürlük Heykelini izliyorum.



South Ferry’e yenide ulaştığımda sokakta müzik yapan bir grupla karşılaşıyorum. Stand by me’yi Acapella söylüyorlar. O kadar keyifliler ki insanlar durmuş izliyor. Bende biraz izleyip CD’lerini satınalıyorum. Dönüşte Centruy 21 adlı outlet mağazasına uğruyorum. Tam Ground Zero’nun karşısında yer alan mağazada inanılmaz ucuza alışveriş yapabiliyorsunuz, tabii sabrınız varsa! Birşey almadan çıkıyorum. Ne de olsa gezi sonunda da alabilirim.



Biraz daha sokaklarda aylak aylak dolaşıp otele geçiyorum. Sonrasında Rockefeller Center’ın tepesine çıkıyorum. Nefes kesen bir NYC manzarasıyla karşı karşıya kalıyorum. Hafif çiselemeye başlayan yağmur dahi bu keyifimi bozamıyor. Top of the Rock’a özellikle akşam çıkıyorum, çünkü her şehir gece çok daha güzel göründüğüne inanırım. Top of the Rock’un tepesine çıktığımda Iphone’dan Alica Keys’in Empire State of Mind II’yi dinliyorum. Alicia Keys’in New York diye haykırışı eşliğinde manzaraya bakmak ayrı bir anlam katıyor. Hayalini kurduğum New York’u yaşamanın dayanılmaz hafifliğindeyim adeta ;)




Akşam Tuğba’yla Time Square’de söleşiyoruz. Nazlı akşam arkadaşlarıyla buluşacak.

Tuğba’yla önce bikaç mağaza dolaşıyoruz, sonra da Planet Hollywood’ta yemek yiyoruz. Ne yapalım derken, kendimizi yeniden Greenwich Village’ta buluyoruz. Bir önceki akşam gittiğimiz bara uğruyoruz ama bu sefer sarmıyor. Epeyce bir süre dolandıktan sonra bir bar buluyoruz. Tabii 2 kadın yanlız NYC’de bir barda yalnız kalmıyoruz. 2 çocukla tanışıyoruz. Biri aslında Türk’müş, ama ailesi 2 nesilden beri NYC’deymiş ve kendisinin ne adı Türkçe ne Türkçe konuşabiliyor ne de Türkiye’ye gelmiş. Bu konuda yorum yapmıyorum!

Onlarla epeyce bir eğleniyoruz ve NYC style dedikleri tarzı tanıyoruz ;))

10 Aralık 2010 Cuma

NYC'de 4. Gün


İstanbul’dayken araştırdığım Ground Zero Workshop Museum'a biletim olduğundan saat 10 gibi Chelsea'de oluyorum. Müzenin açılmasını beklerken Chelsea Market'i dolaşıyorum. Şirin pasajda enteresan ürünler bulabildiğiniz gibi, yiyecek seçenekleri de bolca var. Saat yaklaşırken müzeye geçiyorum.


Müzeden kısaca bahsetmek gerekirse; 11 Eylül saldırılarının ardından enkaz kaldırma çalışmaları sırasından 7/24 orada olmasına izin verilen tek bir fotoğrafçı Marlon Suson. FIre Department New York çalışanlarının özverili ve zaman zaman da bi o kadar üzücü hikalerinin fotoğraflarını bulabiliyorsunuz. Her fotoğrafın hikayesini size verilen kulaklıktan dinleyebiliyorsunuz. Küçük bir odanın içinde yer alan muzenin her kösesi anılarla dolu. Ilk önce müze oluşmasını anlatan bir video izlettiriyorlar. Ben zaten onu izlerken ağlamaya başladım!



Ardından kendiniz dinlemeye başlıyorsunuz hikayeleri. Müzede her şeye dokunabiliyorsunuz, elinize alabiliyorsunuz. Tek bir parça var ki, en çok da o uzuyor. Müzede kulelere çarpan American Airlines uçağının bir parçası var. Bu parçaya dokunmanızda fotoğrafını çekmeniz de yasak. Sebebine gelince; saldırılar esnasında karisini kaybeden bir adam müzeyi ziyarete gelmiş. Uçağın parçasını görünce ona sarılıp hüngür hüngür ağlamış. Adamın karisi AA uçağındaymış ve maalesef cesedi tamamen yok olanlardan. Yani karisinin bedensiz bir mezarı var. Müze yetkilileri adama karisini hatırlaması için bu AA uçak parçasından küçük bir bolum hediye ediyorlar. Bu olaya saygılarından da bur parçanın fotoğraflanmasına izin vermiyorlar. Tabii belki de AA fotoğraflanmasına izin vermiyordur (aklıma gelen açıkçası o oldu).



Duygu yüklü anlarının ardından çıkıp 5th Avenue’da takılan kızların yanına gidiyorum. Kızları meşhur Abercrombie & Fitch mağazasında buluyorum. Hepimizin ağızlarının suyu akarak içeride dolaşıyoruz. Mağazanın içi bildiğiniz testosteron kokuyor. Kızlar meşhur Abercrombie çalışanları ile akşama sözleşmişler. Önce bi inanasım gelmiyor, ama gerçekten de öyle olmuş.



Zor da olsa mağazadan çıkıyoruz. Sonraki durak Tiffany & Co oluyor. Burada tabii ki biraz kendimizi şımartma zamanı. Hepimiz hatıra niyetine ufak birşeyler alıp çıkıyoruz. Buradan da çıkıp Apple mağazasına gidiyoruz. Dolaşırken gözüm yeni MacAir’lere takılıyor. Satış danışmanıyla ufak bir sohbetin ardından kendimi kasada MacAir’i beklerken buluyorum. Çok da iyi yapmışım, çok başarılı ve kullanımı olaymış meğer Apple’ların.


Otele torbaları atıp, yeniden yola koyuluyoruz. Bu seferki hedef Museum of Sex oluyor. İçeri girdiğimizde önce bir mağazayı dolaşıyoruz, komik ve enteresan hediyelik eşyaları dolanıp müzeye giriyoruz. Amsterdam’da da girmiştim böyle bir müzeye ve bence NYC’dekini bir hayli bastırıyor. Neyse dolanıp kafesine iniyoruz. Burada ilginç içecekler içip çıkıyoruz.



Kızlarla akşama hazırlanmak için ayrılıyoruz. Ne de olsa akşam New York’ta bir date’imiz var (yani onların var ama ben bonus olarak katılıyorum tabii). Akşam kızlarla Greenwich Village’da buluşup kapıda da Abercrombie’cilerle buluşuyoruz. Burdan sonrası bende saklı kalsın ;))

9 Aralık 2010 Perşembe

NYC'de 3. Gün



Sabah saat 10'da Tuğba ve Nazlı’yla Guggenheim müzesinde buluşuyoruz. Müzenin bilindik dış mimarisi çok güzel, ancak maalesef koleksiyonunu çok beğenmiyorum. 1. Ve 2. Dünya Savaşları arasındaki sanat eserleri sergilenmiş. Hiç ilgilenmediğim bir sanat tarihi.



Müzeden çıkıp bir kahveye oturuyoruz, ordan kalkıp Metropolitan müzesinin yolunu tutuyoruz. Met'in ihtişamlı binasını gördüğümüz anda heyecanımız artıyor. Bir önceki gün Alev'in tembihlediği gibi giriş ücreti 1 USD veriyoruz. Müze girişinde 20 USD önerilen fiyattır. Verdiğiniz ücret bağış olduğundan önerilen fiyatı ödemek zorunda değilsiniz.



Müze çok büyük olduğundan maalesef tamamını gezemiyoruz. Modern Sanat bölümünü ziyaret edip Andy Warhol'lari hayran hayran seyrettik.


Müzeden çıkışta ise metroyla Union Square'deki Barnes & Nobles'a gidiyoruz. 5 katli muhteşem kitapçıya girdiğimizde Nazlı heyecanla yanımıza gelip Paul Auster'ın imza gününün olduğunu soyluyor. 2 saatlik bekleme suresini mağazaları dolaşarak, ardından da B&N'in içindeki kafede Cheesecake Factory'in pastasından yiyerek geçiriyoruz.


Paul Auster önce yeni kitabından bolümler okuyor, ardından insanlar kitaplarını imzalatmak için sıraya giriyor. Kitap okumayı seven bir toplumun içinde bulunmak çok keyifli geliyor. B&N'den çıktığımızda karşımda New York Film Academy’yi buluyorum. Derin bir ahhhhh çekip kızlarla Little Italy'e geçiyoruz. Küçük ama seker bir restoran buluyoruz kendimize.



Yemeğimizin ardından sokaklarda dolaşıyoruz ve daha önceden Time Out'un şehrin en iyi kokteylleri olarak tanıttığı Lani Kai barın yolunu tutuyoruz. Dolanırken kalabalık bir bar görüyoruz. Belki ki NYC'in in barlarından biri. Çekingen adımlarla içeri giriyoruz. İnsanların gözleri bizi takip ediyor. Adeta bunların burada ne isi var der gibiler. Turist olduğumuz her halimizden belli tabii ;)

Kendimizi iyi hissetmediğimizden yolunu tuttuğumuz bari aramaya devam ediyoruz. Bulup girdiğimizde bizi şık bir ortam karşılıyor, ancak bar fazlasıyla boş. Aldırmayıp kokteyllerimizi sipariş ediyoruz. Nazlı ve Melis henüz yeni 21 yaşına girmiş olduklarından girdiğimiz her barda kimlik soruluyoruz.



Keyifli bir akşamın ardından otellerimize geri çekiliyoruz.

8 Aralık 2010 Çarşamba

NYC'de 2. Gün

Sabah 8 gibi kapının çalmasıyla uyanıyorum. Nerde olduğumu algılayınca kalkıp kim olduğuna bakıyorum, meğer oda servisiymiş... Tövbe tövbe sabahın 8'inde oda temizlemek de noluyorsa artık! Neyse hazırlanıp otelimde kahvaltı yapıyorum. Ardından Time Square'de Alev, Tuğba, Nazlı ve Damla'yla bulaşmaya gidiyorum. Bayramın 9 gün olması nedeniyle Türkiye’den yoğun bir ziyaret var. Vaktim olduğundan MoMa'ya gidiyorum, ancak maalesef Salı günleri kapalı olduğunu orda öğreniyorum. Bu durumda bende kendimi müze mağazasına atıyorum, burada Andy Warhol'un bazı ürünleriyle karşılaşıyorum ve tabii ki dayanamayıp alıyorum.

Aldıklarımı otele birikip yoluma devam ediyorum.


Önce yoluma çıkan m&m's mağazasına giriyorum. Bir çikolata nasıl pazarlanır diye sorarsanız, iste böyle diyebilirim. İnanılmaz bir mağaza, yine inanılmaz ürünler var. Yani tişörtünden kol saatine kadar her şey m&m's maskotları olan kırmızı, mavi, yeşil ve sari m&m’s adamcıkları ile dolu. Satıcılar keyifle şarki söyleyerek karşılıyor sizi. Hatırası olsun diye küçük bu havlu alıp çıkıyorum. İkinci mağaza ise Disney Store oluyor. Yine bir pazarlama harikası! Kapıdan adımımı attığım andan itibaren yüzüme bir gülümseme yapışıyor, anlıyorum ki ben büyümemişim. Mağazada olduğum her saniye mutluyum, bıraksalar tüm gün kalacam. Oradan çıkıp ToysRus'a giriyorum. Yine ayni tebessüm ile dolanıyorum magaza icinde. Çocuk olmayı nasıl istedim anlatamam. Mağazada dolaşırken içerideki anne babaların çocukları ile olan konuşma ve tartışmalarına kulak misafiri oluyorum. Deja vu oluyorum. Ayni şeyler bende yaşardım çocukken, her şeye sahip olmak isterdim. Olmamak elden değil, her urun size gülümsüyor beni al diye. Almadan çıkınca insan kendini bi suçlu hissediyormuş meğer ;)


Saat 12'de buluşma noktamıza geliyorum, ilk gelen Alev oluyor , ardından Tuğba ve Nazlı geliyor. Damla gelemeyeceğini haber veriyor. Kızlarla bir Starbuck'a girip kahve içiyoruz. Ardından onlarla ertesi gün için sözleşip Alev'le 5th Avenue'da dolaşmaya başlıyoruz. İstanbul’da Harvey Nicholsen'da beğendiğim bir parfüm vardı, ancak 550 Lira gibi fiyatı olduğundan almamıştım. Buraya bırakmaya karar vermiştim ve iyi de yapmıştım, çünkü burada daha ucuza Bergdorf & Goodmann'dan alabildim. Bu arada parfümü. Hikayesini de dinledim. Hennessy kanyaklarının veliahttı Killian Hennessy tarafından üretilmiş. Ardındaki fikir çok güzel ama onu da kendiniz araştırın ;) Benim tercih ettiğim parfümün adı: Prelude to Love


Ordan metroya atlayıp Fashion District'deki Macy'se gidiyoruz. Çarşamba günü tek günlüğünle %25 indirimleri olduğundan çok kalabalık. Kendime ziyaretçi karttı çıkarttırıp 1-2 alışveriş yapıyorum.


Ordan çıkıp biraz daha dolaşıyorum, ardından metroya binip otelime geliyorum. Bir duşun ardindan inip otelin restoranında "Italyan Pizza" yiyorum. Bu Amerika'da her şeyin tadı bi yapay geliyor bana :( Ancak restoran popüler sanırım çünkü çok kalabalık. Çıkıp biraz sokaklarda dolaşıyorum. Otelin tam arkasında David Letterman showunun yapıldığı mekan var. Kapının önünde ise bir kalabalık. Kalabalığı çoşuşturan da bir çalışan. Ortalık inliyor resmen. İnsanların yüzünde heyecanları okunuyor adeta.


Biraz daha dolaştıktan sonra otelime dönüp mışıl bir uykuya dalıyorum.