16 Aralık 2010 Perşembe

9. Gün – Philladephia ve Atlantic City

Sabah kalkıp otelimizde klasik Amerikan kahvaltısı yapıyoruz. Yani kısaca Bagel, Waffle ve kahve. Bu konuda artık gerçekten içim kalktı desem yeridir. Nerde benim güzel kaşarım, beyaz peynirim, zeytinim ve yumurtam? Amerika’nın sanırım en kötü yönlerinden biri de yemekleri. Hep pizza, burger, hot dog, bagel ve waffle ile yaşanmaz ki!


Neyse kahvaltının ardından Philladelphia’da ilk gittiğimiz yer meşhur Rocky filmin bir sahnesinin çekildiği merdivenler oluyor. National Art Museum’un önündeki merdivenlerde Anıl ile Rocky sahnesini yeniden çekiyoruz. Ardından Rocky heykelinde biraz eğleniyoruz. Rocky eğlencemiz bittiğinde sokaklarında dolanmaya başlıyoruz.



Tabii ki Philladephia’ya gelip de kırık çanı görmemek olur mu? Aslında çok büyük bir çan olduğunu düşünüyordum ama yanılmışım. Özgürlük Çanı küçücük çıkıyor. Çatlağının tamir esnasında meydana geldiğini öğreniyoruz.



Yeniden sokaklarda dolanıp Hard Rock Cafe’yi buluyoruz. Tabii ki tişörtümü almadan edemiyorum. Akşamdan gözümüze kestirdiğimiz Brasilian Steakhouse’a gidiyoruz. Bu tarz bir restoranın denemesini İstanbul’da da yapmışlardı. Ama aslı çok başarılıymış meğer.


Masaya oturduğumuz gibi kızarmış muz, patates püresi ve polenta geliyor. İnanılmaz bir salata büfesi var ve tabii ki tadına doyulmaz etler. Konsept şöyle. Masanızda bir kartınız var. Bir tarafı yeşil diğeri kırmızı. Garsonlar çeşitli etleri masanıza getiriyorlar ve masada kesip size bir parça veriyorlar. Dilediğiniz kadar et yiyebiliyorsunuz. Doydum veya ara vermek istiyorum dediğinizde kartınızın kırmızı tarafını çeviriyorsunuz. Yiycem doymak bilmiyorum diyorsanız kartın yeşil yüzü kalıyor masada. Bir dananın aklınıza gelen her yerini denedik herhalde. Ama hepimizin ortak kararı dananın kıç kısmı oluyor. Lezzetli mi derseniz? Kelimelerle anlatılmaz diye cevap verebilirim.




Karnımız tok sırtımız pek olarak Atlantic City’nin yolunu tutuyoruz.



Atlantic City’ vardığımızda hava kararmış akşam çökmüştü, dolayısıyla otelimizden görünen Atlantik sadece kara bir bölge olarak seçiliyordu.



Trump Tower’da kalıyoruz. Ancak otel o kadar büyük ki, içinde kaybolmamak işten değil. Bu arada söylememe gerek var mı bilmiyorum, ama tüm sistem sizin kumar oynayıp maksimum para bırakmanız üzerine kurulmuş. Yaklaşık 20 yıl önce Las Vegas’a gitmiştim, orası burdan daha da fena durumdaydı, yani tuvalette bile oynama imkanınız vardı desem yeridir. Atlantic City biraz ihmal edilmiş biraz terk edilmiş bir bölge. Ama yine de paranın sesi dayanılır gibi değil.

Önce sokaklarda biraz dolaşıyoruz. Ardından otele gelip yemek yiyoruz. Ve işte kumar vakti geliyor.


Kumar salonuna çıkıyoruz. Hepimizin farklı tercihleri oluyor. Ebru ve makinelerde oynuyoruz. Keşfim: Oturduğunuz makine size önce kazandırıyor. Kazandığınız parayı bir fiş ile veriyor. O fişi hangi makineye taksanız kaybediyorsunuz. Ancak yeni bir makine başına geçip nakit para verdiğinizde yeniden kazandırıyor. Makinelerde oynadıklarınızdan para kazanma imkanı pek yok. Maksimum 50 USD kazanıyoruz. Ardından Anıl geliyor yanımıza ve bizi masalara götürüyor. Blackjack, Roulette, Poker vs. var. Pahalı ve ucuz masalar var. Anıl Roulette geçiyor, ben ise Texas Hold’em Pokeri sevdiğimden 20 dolarlık masaya geçiyorum. Hızlıca arkadaşlarla olduğu kadar kolay para kazanılamayacağını anlıyorum. Bende Anıl ve Ebru’nun yanına Roulette masasına gidiyorum. Anıl büyük riske girmeden para kazanılmaz diyerek elinde tüm parayı yatırıyor. Önce bir kaybediyor, ardından bir kez daha para yatırarak tüm parasını ve üstüne artı olarak para kazanıyor. Ebru’yla bize oynamamız için para veriyor. Bizde Ebru’yla biraz daha sağlamcı olduğumuzdan ufak ufak oynuyorz. Paramızın katladığımızda oraya mı buraya mı koysak derken tam masa kapanırken Anıl paranın tamamını tek yere yatırıyor. Kalbim duracak gibi oluyorum. Bakamıyoruz Ebru’yla. Neyse ki şanslıyız Anıl’ın tahmini doğru çıkıyor. Sevinerek ve masadan paramızı alarak ayrılıyoruz.


Bu arada bir gözlemimizden de bahsetmek istiyorum. Masamızda bir Hintli ve bir Amerikalı vardı. Bu beyler miktarını çözemediğimiz paralarla oynuyordu. Ama sanırım masadaki her sayı ve iddiaya para yatırıyorlardı. Önlerindeki para çoğaldığı kadar azalıyordu da. Ama işin sırrı da bu galiba. Kazandıkça iddiaların sayısını arttırıyorsun.


Anıl yatmaya Ebru ve bende makinelerin başına geçiyoruz. Ebru’nun makinesi bir anda artı saymaya başlıyor. Bende oyunuma dalmış farkında değilim. Ancak ses kesilmek bilmeyince Ebru noluyor hala mı kazanıyor diye sorduğumda beklemeye başlıyoruz. Sanırım makine 5 dakika boyunca para kazanmaya devam etti. Sonunda Ebru parasına 2ye katlamıştı. Ama tabii makinalar ufak paralar kazandırıyor. Ben ise akşamın en eğlenceli masasını bulup oynamaya başlıyorum. Sex and the City konseptli makina çok eğlenceli ve para da kazandırıyor. Kaybetmemek için başından kalkmak zorunda kalıyorum.


Artık iyice uykumuz geliyor ve Ebru’yla bende yatmaya gidiyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder